21 Ocak 2012 Cumartesi

Küçük Ruh - Şiir

KÜÇÜK RUH
Sen güzel, narin, küçük bir ruhsun.
Kalbim bir kuş gibi çırpınıyor diyorsun.
Gözyaşlarını inan içime akıtıyorsun.
Üzülme ağlama
Yalnız değilsin..
Ben de senin yollarından geçtim.
Hayat uzundu, kurtlar açtı.
Öyle yorgunum ki
İzin ver dizlerinde uyuyayım küçük ruh.

19.07.2008

12 Ocak 2012 Perşembe

Kopar At Dizginleri - Öykü

KOPAR AT DİZGİNLERİ

Yaşlı bir Aborjin ve karşısında bir genç kız. Kız sorar, sormadan önce adam biraz üfürmüştür tabi;  Sizin hayatınızda çemberlerin ucu hep açık. Çember ne? İlişkiler , işleriniz , dertleriniz,  hep birer çemberdir. Bu çemberleri kapamıyorsunuz ve açık yaralar olarak sürekli meşguliyet altında bırakıyor ruhunuzu.


Neyse kız sorar.  ( sorsun artık bana da fenalık geldi)
Bu çember nasıl kapanacak.. Mesela bir arkadaşımızı seviyoruz ama artık geçinemiyoruz ..
Kaldı ki sevgi azalması falan da yok.
Adam cevap verir ;
Arkadaşım  yada akrabam,  her kim olursa olsun ; artık benim yaşama enerjimi tüketmeye başlamışsa,  bana yaşama zevki vermiyorsa ona derim ki;
"Bak arkadaşım , dostum , akrabam ... Seni hala seviyorum .. Ama gördüğüm kadarıyla artık aynı çizgide anlaşmamız mümkün değil. O yüzden senin üzerinde ağırlık oluşturmak ve seni de incitmek istemiyorum.. Artık yollarımızı ayırıyor, seni ( sevdiğim halde) kendi yoluna bırakıyorum , elveda" .
Ben bu satırları okuduğumda oha dedim önce  ve ayakta selamladım aborjin dedeyi. İnsanlar değişiyor ve biz ilişkimizin eskisi gibi olmasını arzuluyoruz. Ancak bu kendimize zarar vermekten başka bir işe yaramıyor. Üstelik yol almamızı engelliyor. Bir de kendimizi akıntısına bırakıp koyvermediğimiz ilişkiler var.

Kadim dostum Ali ile konuşurken ve her zamanki gibi dünyayı ve kendimizi kurtarırken
aşağıda yazacağım öyküyü anlattı bana. Gerçek bir hikaye. Beni çok etkilemişti. Onun ağzından aktarıyorum şimdi.

Bir arkadaşım hiç ata binmemiş. Yirmi  sene önce Kars’ta asker bu arkadaş. Bir köye gitmeleri gerekiyor. Neyse efendim iki at getiriyorlar.  Bizim kent çocuğu attan da anlamaz
diğer asker ise köylü ve atı tanıyor. Buna ufak tefek atı veriyor , büyük at muhtarın imiş, büyüğü kendi alıyor. Meğer küçük at deli imiş.
Bizimki soruyor nasıl gidecek diye diyorlar ki topukla.  Yani topuklarınla atın karnına hafifçe dokun.
İlk kez ata biniş , ilk kez topuklayış ve ilk kez kontrolü kaybediş…
Dizginler uçup gidiyor elden. Bizim oğlan çaresiz atın boynuna sarılıyor, gözlerini yumuyor.
At rüzgar gibi gidiyor köye ve köyde durduruyorlar. Düşmeden gitmiş bravo. 
Dönüş vakti sanıyorlar ki bu değiştirecek atı. Hayır değiştirmiyor. Diyor ki ben atıma güveniyorum.  (bu kısma dikkat.  farklı düşün.. )
Neyse yine bizim oğlan ata sarılıyor ve gözler kapalı ve rüzgar gibi geliyorlar Jandarma Karakoluna.

Aradan zaman geçiyor, karakolda bir toplantı var. Muhtarlar toplanmış.  Muhtarların karakolun önünde bıraktıkları dört at var.  Atlar yayılmış çevreye. Askerler atlarla gezmek istiyorlar. Muhtar emmiler nasıl olsa toplantıda. Yine atlar seçiliyor. Bu sefer bizim arkadaşa  siyah bir at veriyorlar.  Diğer askerler yine köylü ve işi biliyorlar ama hikayenin sonunda göreceğiz işi kimin bildiğini. Bizimki ata biniyor.  Bu kez az bir deneyim var ve dizginler elde. Ama bir bakıyor ki at yine deli. Tabi deliliği ata damgalayan bizleriz.  Neyse anlatıyor arkadaş;
“Yolumuz farklıydı; bu kez yokuş aşağı dereye iniyorduk.  Derenin önünde küçücük uyduruk
bir köprü var ve üstü çakıllı. Yani kaymamak mümkün değil.  Köprüyü geçer geçmez neredeyse doksan derecelik bir viraj var. Karşımız dağ , dik bir yamaç ve at son sürat.
Dizginleri bıraktım. Ata sımsıkı sarıldım. Sanki artık ondan bir parçayım. Yani atın hörgücüyüm. Atı kontrole yeltenmiyorum. Kendimi ata bıraktım. Öyle ki ; artık öleceğimi düşünüyorum. Çünkü son sürat dağdaki kayalıklara çarpacağız. Arkadakiler de aynısını düşünüyor.  Telaşlılar ama yetişemiyorlar.  Çünkü at inanılmaz bir hızla yol alıyor.  Yetişmek olanaksız. Ve bakıyorum hala gidiyor at, gözlerimi açıyorum , virajı almışız ???!!
Köprü çoktan geçilmiş ve ben atın boynuna sarılmıyorum artık yaptığım atı kucaklamak. “
Bu arada arkadaşın atının eyeri de düşüyor. At ve o.  Arada başka hiçbir şey yok.  Tam teslimiyet , tam kabul.

İnanılmaz hızlarla ,  mümkün olmayan virajları almak mı istiyorsun ?  O halde neden hala atı kontrol etmekte ısrarlısın?  Sadece sarıl boynuna ve yum gözünü.  Elbette çok zor bu. Ama mucize de burada işte. 
Diğer arkadaşları emin ol hiç bir zaman o hızlarla o virajları alamazlar, çünkü dizginleri elden bırakmayı düşünemiyorlar. Onlar, farklı düşünemiyorlar.
Ben artık şuna inanıyorum: 
İçlerimizde birer at var.  Dizginlerini sürekli elde tutup habire asıla asıla ağızlarını yara yaptığımız atlar.  Bırakabilirsek dizginleri hayat bambaşka olacak gibi geliyor  bana.
Gözlerini yum, sımsıkı sarıl ve bırak.

Ve arkadaşım hikayeyi bitirince ekledi;

Birisi gelecek hayatına yakında . Yok yok hemen heveslenme.  Muhtemelen bir dizgincidir o da . Ama bir tuhaflık olduğunu sezecek. Fısıldarsın ona, dersin ki “Kopar at o dizginleri . Ve rüzgar gibi düş peşime. İşte o zaman başkaca zamanlar yaşanmaya başlar”.

Kumbara - Şiir

KUMBARA

Dedim bu kirpikler ok
Dediler takmaymış
Ya o deniz mavisi gözler
Dediler ki lens
Dedim Ah okka gibi burun
Dediler ünlü bir doktorun eseri
Ya o dolgun kiraz dudaklar?
Dediler o da yapma
Peki o dalga dalga saçlar?
Dediler saçları postiş
Ama ya kalbi?
Dediler onun kalbi kumbara
Çalışmaz atmazsan içine
Bir ev bir de araba
Anladım ki bu güzelde
Yokmuş hiç bir numara


26-07-2009

Susuzluk - Şiir

SUSUZLUK

Gözlerine baktım
Orada iki derin kuyu var sandım
İyice yaklaşıp dikkatlice baktım
Kuyu değilmiş.
İki kuru lekeymiş.
Oysa ben ne kadar da susamıştım.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Olur mu Sevgili - Şiir

OLUR MU SEVGİLİ

Gördüklerini görmeyenin,  aklı seninle bir olur mu
Akan suya ayağı değmeyenin, nehirden haberi olur mu
Ey sevgili
Sevmeyenin kalbi benim gibi al al olur mu

Gözyaşını akıtmayan bulut, yağmur olur mu
Yanmayan ateş, köz köz kül olur mu
Ey sevgili
Yare böyle katı inat reva olur mu.

Hayat pervasızca yanımdan geçip giderken
Ağacım sararmış yapraklarını yere dökerken
Ey sevgili
Sensiz, ölüm bana rahat döşek olur mu..

22.08.2008

10 Ocak 2012 Salı

Konuşursam eğer yalan söylerim - Şiir

KONUŞURSAM EĞER YALAN SÖYLERİM

Gurur kalmadı bende
Benim dediklerim ellerimde ufalandı
Şimdi yok gösterebileceğim bir kanıt
Buyum diyebileceğim
Ne bu'yum, ne o'yum
Sorsalar bana kimsin diye
Verebilecek bir cevabım yok
Konuşursam eğer.. yalan söylerim
Doğrudur yalanım.. yarına dek..
Ya da birkaç dakikalığına..
Onca inşa ettiklerim
darmadağın..
Nasıl söz verebilirim
ayakta kalacağına.
İster dönek deyin
ister kaypak
Değişiyorum işte durmadan
Duvarlarım ardımda.. yıkıla yıkıla..
Korkuyorum konuşmaya
Sözlerim ayaklarıma takılıyor
Sendeliyorum
Ve susuyorum
Ben kimim bilmiyorum
Konuşursam eğer.. yalan söylerim..

Dansın Kralı Salih - Öykü

DANSIN KRALI SALİH

Yazlık bir disco'da Dj'lik yaparken tanıdım Salihi. Bizim müdavimlerimizdendi. Her akşam kesintisiz gelirdi discoya. Tek başına gelir bir masaya oturur, bir tane de bira alırdı kendisine. O masada tek başına oturur, birasını yudumlar ve dans edenleri seyrederdi. Gözlerini pistten hiç ayırmazdı. Müziği dinler arada başıyla ritm tuttururdu. Ama birasını bitirene kadar kalkmazdı dansa. Aslında anlardım uygun zamanı kolladığını. Pistin çok kalabalık olmadığı ve kendisine uygun parçanın çalacağı anı beklediğini. Biraz da içinde cesaret toplardı sanırım.

Salih bizim normal demeyeceğimiz insanlardandı. Konuşması tutuktu. Çocukken menenjit geçirmiş sanırım, aklı eksik çalışırdı. Bizim dünyamızda onlara deli derler. Bazen bize göre akıllıca cümleler de kurardı. O zaman gözleri parlardı, mutlu olurdu. Bunu bizim gibi gizleyemezdi.

Salih dansa kalksın diye onun sevdiği parçaları çalmaya başlardım birasını yarıladığında. İşte o zaman yerinde rahatsızca kıpırdanırdı.Cesaretini toplayamamıştı henüz. Sonunda cesaretini topladığında piste çıkardı. O dansın kralıydı. Bakışları değişirdi Salih'in. O sahneye çıkmış bir yıldızdı o anda. Pistteki herkes silinirdi, bir tek o kalırdı sahnede. Kendini yerlere atar, sırt üstü dönmeye çalışır, el ve kollarını oraya buraya atar, kendi dünyasında bir John Travolta gibi, bizim dünyamızda ise garip hareketler yapan bir deli gibi dans ederdi.
İnsanlar onu tanımışlardı ve o piste çıktığında herkes ona bakardı. Birbirlerini dürtüp, gülerlerdi. Salih ise en iyi figürlerini sergilerdi. Ona göre biz dans etmesini bilmiyorduk. Hatta hiç güzel dans edemiyorduk. O en iyi dansçı idi. Ondan daha mükemmeli yoktu.

Salih kan ter içinde kalana kadar dans ederdi. Dansı bittiğinde herkes onu çılgınca alkışlardı. Sonra bara gidip terini kurulamak için birkaç peçete alır masasına dönerdi. Bir süre daha pisti izlerdi teri kururken. Ve sonra bara doğru elini kaldırır selam eder ve giderdi.

Salih dans ederken hiç gülmedim ona. Bence de o dansın kralıydı. Sadece onun dünyasını göremiyorduk biz. Belki de haklıydı. Biz gerçekten dans etmesini bilmiyorduk.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Çok Sıkıştım - Şiir

ÇOK SIKIŞTIM

Sıkıştım deniz otobüsünde çok fena
Bakındı gözlerim küçük de olsa bir hela
Ama nafile yok bir kapı
Üzerinde tuvalet yazan en ufak bir yazı

Zaman durdu bir türlü geçmiyor
Deniz otobüsü sanki hiç gitmiyor
İçimde bir derya deniz
Çıkmak için kıvır kıvır gidiyor

Ayağa kalksam salacağım herkesin içinde
Oturuyorum ama sanki diken üstünde
Yanımdaki kadın konuşuyor vır vır
Diyordur içinden bu kız niye kıvır kıvır

Sonunda vardık son durağa
Attım kendimi dışarı kalabalığı yara yara
Durakta son bir taksi kalmış
Ona yetişmezsem benim halim harapmış

Adamın biri attı elini kapıya
Yapıştım koluna son bir çabayla
Gözlerine baktım yalvarır gibi
Adam şaşkın ne oluyor der gibi

Dedim bakın bu taksiye ben binmeliyim
Bir an önce evime gitmeliyim
Çok kötü sıkıştım anlayın beni
Yada siz de binin ama önce götürün beni

Bindik taksiye hep beraber
Taksici güldü dedi olur böyle şeyler
Dedim bas gaza yoksa salacağım güzelim arabana
Sal gitsin dedi sen hiç aldırma

Eve geldik hışımla çıktım arabadan
Zile bastım hiç elimi kaldırmadan
Annem açtı kapıyı daldım içeri
Sanki eve büyük bir fırtına girdi

Sonunda saldım içimde çırpınan denizi
Tam yarım saat şelale gibi
İşte o zaman anladım ki
Huzur dışarı bırakmakmış içindekini











Bilge Taş - Şiir

BİLGE TAŞ

Çarptı ayağım küçük bir taşa
Battı keskin kenarı parmağıma
Elime aldım taşı evirip çevirdim
Gördüm karakterini onun vücudunda

Bir yanı yuvarlak, belli ki yumuşak huylu
Bir yanı kavisli, değişken atak ruhlu
Pütürlü tarafı çok zor günler geçirmiş
Keskin kenarı Tanrı'ya isyan etmiş.

Belki de geçti üstünden krallar padişahlar
Konuştular orada gizli karanlık sırlar
Öpüşüp oynaşırken yanı başında aşıklar
Aklında bağrından kopup geldiği dağlar

Bu taş farkında bütün alemin, yaşıyor
Binlerce yıldır bu ruhu taşıyor
Belki de dünya kadar eski bir zamandan
Bilgeliği inan beni çok çok aşıyor.


29-07-2009

8 Ocak 2012 Pazar

İki Kelam - Şiir

İKİ KELAM

Dedim sanki yüzyıllardır tanışırız
Bu gözlerle hiç konuşmadan anlaşırız
Gel otur masama iki çift laf edelim
Seninle tanışıp kaynaşmaya geldim

Dedim sağlam bir yürek vardır sende
Tanırım ben dürüst insanı o bedende
Çok mütevazi, otursada altın işlemeli sedirde
İçinde engin bir dünya, açıp kapısını bakmaya geldim.

Dedim iki söz edeyim bu yabancı kimmiş bileyim
Onun aynasında kendi yüzümü göreyim
Gönlüme dalıp çıkardığım inci tanesini
Kendi ellerimle avucuna koymaya geldim.

Dedim derdin nedir naçar bakarsın
Dedin sen kimsin, beni ne tanırsın
İki kelam etmişliğimiz var mıdır
Sen kendini ne sanırsın.

Diyemedim yaktın kor ettin sözlerinle
Göremedin bendeki kelamı yüreğinle
Belki kötü bir günündeydin ama
Bir dostu dosttan ettin hiddetinle.

03-08-2009

Adı Olmayan Dostum - Öykü

ADI OLMAYAN DOSTUM
Merter'de bir firmaya gitmiştim. Bir sürü bilgisayarda, bir sürü sorun vardı. Akşama kadar
bu sorunlarını hallettim. O günün kazancını cebime koyup, firmanın kapısından çıktığımda, akşam saat 9 olmuştu. Şöyle derin bir nefes alıp keyifle, taksiye mi binsem, yürüsem mi diye yürüyeceğim yolu gözümle kestirdim. Yürümeye karar verdim. Nasılsa acelem yoktu, karnım da acıkmıştı, belki yolda bir lokanta görür yemek de yerim diye düşünerek yürümeye başladım. İçimde bir özgürlük duygusu...

Çok fazla yürümeden bir sokak satıcısı gördüm. Köfte ekmek satıyordu. Öyle harika koktu ki burnuma, dayanamadım yarım ekmek aldım. Yemeğim de vardı, şimdi yiye yiye aheste aheste yürürüm, durağa gidene kadar bitiririm diye düşünerek yoluma devam ederken, ekmeğimden daha birkaç yudum almıştım ki, sırtında kendinden üç kat büyük bir çuvalı taşıyan bir adam bana bakarak;

- Hanımefendi! Bakar mısınız? diye seslendi.

Üzerimde deri ceket, altımda yırtık bir kot, elimdeki ekmeği ısırırken pek hanımefendiye benzemesem de baktım.

- Buyrun? dedim ağzımdaki lokmayı yutmaya çalışırken.

- Hanımefendi, ben otogara gidicem de buradan nasıl gidebilirim tarif eder misiniz? dedi o koca çuvalı sırtlanmış adam.

- Otogara gitmek için önce tramvaya binmeniz gerekiyor;  ama buradan tarifi biraz karışık, yolumun üzerinde eğer benimle yürürseniz sizi oraya götürürüm dedim.

Tamam, dedi adam ve birlikte yürümeye başladık. Ona da ekmeğimden bölüp vermeyi teklif ettim ama aç değilmiş. Bende de salaklık, o koca çuvalı taşırken nasıl yiyecekti ki zaten.
Neyse ben adamın yanına gittikçe o öteye kaçıyordu ya da arkamda kalmaya çalışıyordu. Böyle yan yana yürüme mücadelesi verirken;

- Siz isterseniz karşı kaldırıma geçin ben sizi takip ederim, dedi.

- Niye ki? dedim.

- Yani ben böyle sırtımda çuvalla üryan püryan sizi utandırmayayım dedi.

Aniden durdum.

- Heey ne demek utandırmak??? Siz insan değil misiniz? Saçmalamayın yanınızda yürüyeceğim dedim.

- Peki madem, dedi ve yürümeye devam ettik. Ve sonra konuşmaya başladı.

- Ben sizi böyle çok asi birisi gibi gördüm, deri ceket falan... Yani benden utanırsınız diye düşündüm ama hiç öyle birisi değilmişsiniz dedi.

- Yok canım ne demek utanmak, dedim. Sizden utananlar utansın.

- Aslında ben hamal değilim, yani buraya mal almaya geldim, şimdi memlekete dönücem, dedi.

Ve memleket neresi falan sohbet koyulaştı. O nefes nefese çuvalı taşırken, yer yer mola vererek sohbetimize devam ettik.

Bana İstanbul'u çok sevdiğini, İstanbul'u özellikle akşamları sevdiğini anlattı. Ara ara böyle mal almak için gelirmiş İstanbul'a. Bir akrabaları da yokmuş buralarda, o yüzden otelde kalırmış geldiğinde. Bazı geceler otelden dışarı çıkar, bir sokak lambasının altında bir banka oturur sokağın sesini dinlermiş. Özellikle gecenin sessizliğinde sokaktan geçen insanların ayak tıkırtılarını dinlemek ona büyük zevk verirmiş. Ama İstanbul'da gökyüzü görünmüyormuş. Onların köyüne gitmeliymişim, gökyüzünü orada görmeliymişim. Köyde, geceleri dışarı çıkıp gökyüzünü seyredermiş saatlerce. Yıldızlara, aya bakıp evreni düşünürmüş, başka ülkeleri düşünürmüş. Oralara gittiğini hayal edermiş. İstanbul'un kaldırımlarında dinlediği o ayak tıkırtılarını orada da hayal edermiş. Bilmediği yabancı ülkelerin sokaklarında duyarmış o sesleri. Orada ay daha büyük görünürmüş, yıldızlar daha parlakmış. Tanrı’yı düşünürmüş, kendi varlığını düşünürmüş. Bu dünyaya gelme nedenini düşünürmüş. Köyündeki arkadaşları ile konuşamazmış bunları. Çünkü onu anlamazlarmış. Ona deli gözüyle bakarlarmış anlatırsa. O da kendi dünyasında yaşarmış. Yalnız hissedermiş kendini bu yüzden.

O anlattı ben dinledim; ben anlattım o dinledi. Köyü bilirim, dedim, köyün gökyüzünü de bilirim. O yüzden seni çok iyi anlıyorum. Ben de hayallerimi anlattım ona bu yol hiç bitmesin diye dua ederek. Bu sırtında çuval taşıyan adam beni şaşırtmıştı. Onu hayranlıkla
dinlemiş, yüreğinin sesini duymuştum. Yolun sonuna geldiğimde, hâlâ adını bilmiyordum; ama onun kim olduğunu biliyordum.

Yol ayrımına geldiğimizde, ikimizin de yüreği ezildi. Durduk… Ona tramvayın nereden kalktığını gösterdim önce. Sonra birbirimize baktık.

- Sen, dedi, benim dostumsun. Şimdiye kadar tanıdığım en iyi dostumsun. Seni çok sevdim, dedi.

Ben de gülümseyerek baktım ve sonra birbirimize sımsıkı sarıldık. Yıllardır tanışıyormuş gibi, iki eski dostun vedası gibi.

- Sen de benim dostumsun, dedim, seni asla unutmayacağım!

Yine sırtına aldı çuvalını ve ona gösterdiğim yönde giderken arkasından bakıp kalabalığın arasına karışmasını izledim. Gözlerim doldu.
Merter sokaklarından bir insan geçmişti. Kimsenin durup yüzüne bakmadığı, sırtında koca bir çuvalla yürüyen, yürürken hayaller kuran bir insan!
Ahh, dedim, koca bir dünya tanıdım bu akşam! Bir insanın hayali ile buluştum. Kadim bir dost tanıdım. Onun oturduğu bankta ayak seslerini dinledim, köyündeki aya, yıldızlara baktım bu gece. Hayalindeki ülkelere gittim. İçimde hüzünle karışık bir mutluluk... Onun ardından ben de otobüs durağına doğru yürüyüp kalabalığa karıştım…

Ve ona da dediğim gibi onu hiç unutmadım. Yıllar sonra ne zaman gecenin sessizliğinde bir ayak sesi duysam onu hatırlarım, şimdi nerede olduğunu bilmediğim, adını asla öğrenmediğim dostumu düşünürüm. Eminim ki o da beni hiç unutmadı!

Çok Çirkin - Şiir

ÇOK ÇİRKİN

Öyle çirkindi ki yüzü
Korkuturdu görenleri
İnsanları ürkütmemek için
Başını eğer de geçerdi.
Defalarca şahit olmuştu
Ona bakıp apansız çığlık atanlara
İğrenti ile yüz çevirenlere
Ama ne yapsa ki
O yüz onundu.

Hey Sen! Utanma! Bak gözlerime!
Sen çok büyük bir yüreksin.
Hepimizi ezer de geçersin.
Sen bir Aynasın!
Bizim bakmaya cesaret edemediğimiz
Çirkin yüzümüzü yansıtıyorsun..

20.07.2008


Kırmızı Giydim - Şiir

KIRMIZI GİYDİM

Kırmızı giydim bugün
Masumiyeti kaldırdım dolaba
Yakacağım cayır cayır
Geçtiğim yerleri
Hiç acımadan bakacağım
Gözlerinin taa içine
Alev alev tutuşacak kalbin
Sanacaksın içinde cehennem
Dönüp bakmayacağım bir daha
Yalvaracaksın
Kesif bir yanık kokusuyla

26-07-2009

7 Ocak 2012 Cumartesi

Siyah İnci - Öykü

SİYAH İNCİ

Yıllar önce küçük bir çocukken bir rüya görmüştüm. Rüyamda genç, deli, ışıksız bir geceden daha siyah bir at ile karşı karşıya idim. Öyle hırçın, öyle çıldırmış bir attı ki, ön ayaklarını yere sürüyor, beni tehdit ediyor, burnundan dumanlar çıkarıyordu. Önümden çekil yoksa seni ezip geçeceğim diyordu. Ben ise bu öfkeli güzelliğe öyle büyük bir hayranlıkla bakıyordum ki, onun ne öfkesi, ne de deliliği beni onun önünde dimdik durmaktan alıkoyamıyordu. O ne kadar çıldırmışsa ben de o kadar çıldırmış bir vaziyette onu seviyordum. Yerlerde tozlar kaldırarak ayaklarını yere vurup gerildikten sonra tüm hızıyla üzerime doğru koşuyordu. Yine de büyülenmiş gibi ona bakıyor önünden çekilemiyordum. Tam önüme geldiğinde yere eğiliyordum ve üzerimden atlıyordu. Sonra yine ayağa kalkıyor bu çıldırmış ata doğru dönüyordum. O da biraz ilerledikten sonra duruyor yine o tehditkar duruşu ile karşımda kişneyerek tepiniyordu. Ve tekrar üzerime doğru koşuyor ve ben yine eğiliyordum üzerimden atlarken. Onun da beni sevdiğini aslında bana zarar vermek istemediğini biliyordum. Dünya üzerinde yoktu böyle bir güzellik. Öyle bir güzellik ki, önünde çakılıp kalıyordun.
O günden sonra o at benim düşlerimi süsledi hep. O düşümdeki atın adı Siyah İnci idi. Ve düşümdeki atlar hep deliydi. Bir gün ata binecektim, onun gibi simsiyah olacaktı, adı başka bile olsa adını ben koyacaktım. Bu hayalim hep bir gün yapacağım dediğim şeyler listesinde idi. Ama o bir gün belirsizdi. İleride bir gün dediğimiz şeyler aslında hep uzak zamanları ifade eder. Benimki de uzak bir zamandı.
Bir gün hiç aklımda yokken, aniden, kendi kendime dedim ki: “Ben bu yaz ata bineceğim!..”.  Bu sözler aniden çıktı ağzımdan, kendim bile şaşırdım bu kararlılığıma. O uzak zaman birden yakınlaşmıştı sanki…
Kendime bu sözü vermemden iki gün sonra bir arkadaşımdan email aldım. Okuldan arkadaşlar ile pikniğe gidilecekti ve gidilecek yer olarak da bir çiftlik seçilmişti. Bu çiftlikte atlar vardı ve isteyen ata da binebilirdi.  İşte dedim o fırsat. Sözümü yerine getirebilirim. Bu bir mucize miydi yoksa bir tesadüf mü?
Hemen çiftliğin web sitesine girdim. Atların isimlerine baktım. İşte oradaydı. Siyah İnci. Heyecanla Siyah İnci ismine tıkladım ve o hayalimdeki at karşımda belirdi. Çiftliği aradım hemen ve Cüneyt bey açtı telefonu. Heyecanla derdimi anlatmaya çalıştım. Öyle şeyler söylemeliydim ki, o atın benim için çok özel olduğunu anlamalıydı. Hayalimin bir parçası olduğunu, o atı tanıdığımı, onu sevdiğimi, benim için büyük bir amacın gerçekleşeceğini anlamalıydı. Ama ona sadece, “O at benim atım, ona ben binmeliyim, ne olursa olsun binmeliyim, herkesten önce ben!” diyebildim. Nasıl anlatılır ki bir çırpıda onca hissettiğin şey. Neyse ki Cüneyt bey beni anladı. Heyecanıma gülerek karşılık verdi ve bana söz verdi. Herkesten önce sen bineceksin o ata dedi. O andan sonra günler geçmek bilmedi.

Herkese Siyah İnci’yi anlatıyordum ve bana diyorlardı ki, “Ya seni üstünden atarsa?”, “Ya düşersen?”. Ona elma ve şeker götüreceğim çok seviyormuş ve asla seni unutmuyormuş dediğimde bile “Ya elini ısırıp koparırsa?” diyenler bile oldu. Ben güzel şeyler düşünürken onlar en kötüsünü düşünüyorlardı. Ben de korkuyordum düşmekten, bir yerimi kırmaktan ama heyecanım ve isteğim korkumdan büyüktü.

Büyük gün geldiğinde havanın bulutlu ve yağmur yağacakmış gibi durmasından moralim bozuldu. Tek endişem havanın kötü olmasından atları dışarı çıkarmayacakları idi. Ama neyse ki korkum yersizmiş. Öğlene doğru güneş açtı. Çiftliğe vardığımızda arkadaşlarım selamlaşıp birbirlerine sarılırken, ben atların olduğu yere doğru yöneldim direkt. Cüneyt bey de oradaydı. Ben daha Siyah demeye kalmadı Gülcan sen misin dedi. Gülerek evet dedim. Beni Siyah İnci’nin yanına götürdü. Onu görünce açıkcası ürktüm. O kadar büyük ve heybetliydi ki. Resimlerde bu kadar kocaman durmuyordu. Çantamda getirdiğim elmayı çıkardım. Siyah İnci elmayı elimde görür görmez bana doğru öyle bir hamle yaptı ki, eyvah gittik dedim. Neyse ki tuttular ve o sabırsızlıkla yemek isterken, elmayı küçük parçalara bölmeyi başardık. Acemice ona doğru tuttum elmayı, tabi ki parmaklarımla beraber girdi ağzına. O kadar hayalini kurduğum ata bir elma yedirmesini bile beceremiyordum. Biraz ürkerek ama sevinçle yedirdim elmayı, ardından şeker verdim. Onunla dostluğa ilk adımı da atmış olduk. Aslında  onunla, ikimiz de küçük bir çocukken rüyamda tanışmıştık. Aradan yıllar geçmişti. O hayatına bir engelli koşu atı olarak devam etmişti. Hatta madalyalar kazanmıştı. Ama daha yıllar önce belliydi engelli koşu atı olacağı benim üzerimden atlamasından. Ben ise hayatıma tehlike karşısında eğilerek devam etmiştim. Yıllar önce benim de tehlikeleri eğilerek atlatacağım ve kalkıp tehlikenin karşısına dimdik duracağım o zamandan belliydi. Ve işte yıllar sonra bu kez capcanlı bir şekilde karşımda idi. Öyle heybetliydi ki, yıllar onu yıpratamamıştı, gücünü ondan alamamıştı. Ve bu ilk yakınlaşmamızdan sonra arkadaşlarımın yanına dönüp, içimde cesaret toplamak için kendime biraz zaman tanıdım. Kırk dakika kadar…
Sonra eğitmenin yanına gidip
“Ne zaman bineceğim?” dedim.
“Ne zaman istersen”.
“Öyle ise şimdi istiyorum” dedim.

Harika bir deneyimdi. Ama düşündüğüm kadar da kolay değildi. Biraz nasıl duracağım, ne yapacağım anlatılınca, filmlerdeki gibi  dıgıdık dıgıdık gideceğimi sanıyordum ama öyle değilmiş. Atı kontrol etmek oldukça zordu, bazen kafasına göre takılıyordu. Eğitmenim bana “Kim efendi?” diye sorduğunda “Ben!” diye gerine gerine söylüyordum ama Siyah İnci alttan alttan gülüyor, benimle dalga geçiyor, canının istediği yöne gidiyordu. Her şeye rağmen eğitimin sonunda kısa bir süre için bile olsa atımla dörtnala koşmayı bile başardım ve düşmeden bu işin altından kalktım.
Ama hepsinden önemlisi hayalimi gerçekleştirdim. O bir gün yaparım dediğim şey uzak bir gelecek iken, artık bir geçmiş oldu ve yaptım. Hem de adı Siyah İnci olan bir at ile. Oradaki herkes o atları görüyordu, beğeniyordu, seviyordu ama hiç kimse benim için Siyah İnci’nin anlamını bilmiyordu.