1 Aralık 2012 Cumartesi

İstanbul

İstanbul

Kayıp ruhlar
Denizde boğulan balıklar
Üzerlerinde uçuyor
Çığlık çığlık martılar
Damarlarında kurulmuş rakı sofrası
Gemilerin sarhoş
Bir yüzün yanık bir türkü
Bir yüzün jazz
Sabah yollarına akar
Bulut bulut umutlar
Pek nazlı durursun ama
Orospu bakışların davetkar

26-10-2010

Anlat Arkadaşım

Anlat Arkadaşım

Kaybettiklerini, kazandıklarını
Boşver düştüğün kalktığın anları
Bana köyünüzdeki selvi ağacının
Serin gölgesini anlat

Bilirim iş yükün ağır
Patronun  haksızlık eder sana ama
Bana pencereni açtığında
İçeri giren ılık esintiyi anlat

Ah kadınlar erkekler
Hep aynı mevzu, aynı şikayetler
Bana gittiğiniz yazlıktaki
Denizin kayalara vuruşunu anlat

Baban hiç anlamıyor seni
Anan arkanda hep bir deli
Bana dedenin bahçesinde yetişen
O kırmızı elmanın tadını anlat

Boşver kim birinci kim ikinci
Oluver sen sonuncu
Bana çeşmenin ağzında
Vızıldayan arıları anlat

Küçük düşmüşsün kılık kıyafetinle
Ama bilirmişsin oturmayı edebinle
Sen bana pencerene yuva yapmış
İki küçük kumruyu anlat

Yaşam öykün göğsünde koca madalya
Satsan senaryosunu etmez beş para
Çıkar hele üstündeki pılı pırtıyı da
Bana içindeki gerçek seni anlat


Sözcüklerin Efendisi

Sözcüklerin Efendisi

Ey sözcüklerin Efendisi
Sen bir avcı dünya ormanın
Öyle kendinden emin
Ne bataklık görür ne uçurum
Fütursuzca attığın her adımın

Şu çirkin kadın
Çirkin bir sözcükle büyülendi
Kötülük insanların ağzında
Taze bir gelin gibi dolandı
O gördüğün yıkık dökük harabe var ya
Bir lanetle kurşunlandı

Bir niyetti dünya
Sen insan olmanın niyeti
Kullandığın her bir kelime
Yaratıyor seni ve çevreni

Ağlama şimdi
Sen
Sözcüklerinle yarattın kendini
Bilseydin eğer
Ağzından çıkan emirleri
Hiç sorumsuzca kullanır mıydın
O kadim büyüleri


Mendebur - Şiir

Mendebur

Güzel gidiyordu herşey
Güvenim tamdı kendime
Hatta başım sivrilmişti biraz
Ben yarattım lan bu dünyayı demiştim
Eserime bakıp gerim gerim gerinmiştim
Otuziki dişim meydanda
Kabarmıştım kara hindi gibi
Arkama şöyle bir baktım
Oh be! dedim. Aştım koca bir dağı
Nihayet indim düze.
Tam da o anda
Hayat..
ensemden yakaladığı gibi
Dayadı burnumu koca bir inek bokuna
Ye onu! dedi. Ye onu!
Mendebur hiç de gelmiyor biraz hava atmaya.

Dünya - Şiir

Dünya

Ben dönerim
Dünya döner
Ben mi dönerim, dünya mı?
Ben yürürüm
Dünya yürür
Ben mi yürürüm, dünya mı?
Hangi yöne baksam orada
Ben mi oradayım, dünya mı?
Gözlerimi kapatırım
İçimde dünya
İçimdeki ben miyim, yoksa dünya mı?

Sefil - Şiir

Sefil

Sana aşığım dediğimde
Yanından geçilmez oldu havandan
Ağzında sevilmenin ballı tadı
Akarken salya salya ağzından
Sırıtarak baktın
Çıktığın kaf dağından
Açlıktan kokmuş nefsini besledikçe
Sandın yürekler titrer kalıbından
Hey sefil!
Yenilmezdin.
Ne oldu ha!
Arsızca giydiğin sevgimi söküp alınca sırtından
Eser kalmadı o yüce varlığından.


14-3-2010

Bir eylül sabahı gitti - Şiir

Bir eylül sabahı gitti.

Hayat kurallarını çoktan koymuştu doğduğunda.
İçindeki göz ışığına aldırmadan.
Yitip gitmişti.. kalabalıklarda.
Sıradanlıkla perdelemişti yüzünü.
Acısını sarmalayıp, gülümsemişti..
Tanrı'ya yalvarmış, ağlamıştı.
Dostlar arasında yalnız kalmıştı.
Sevgili perçinlemişti pencerelerini.
Gidecek yer yoktu.
Hapsolmuştu içine.
Ağardı sonbaharında.
Perdeleri küf tuttu
Açmadı.
Bir eylül sabahı
Toprağını toprağa kattı.
Gitti.
İçindeki göz ışığıyla.
Bir yaprak ağacın bağrından
Koptu.
Çığlığın rüzgarında savruldu.
Bir pencere kenarına düştü.
Kimse görmedi.

Tuzak - Şiir

TUZAK

Kazdım kumsalda ellerimle
Derin mi derin bir kuyu
Döşeyip üzerine çalı çırpıyı
Örttüm üzerine ince ince kumu
Dedim bir salak düşecek içine
Ben de seyredeceğim güle güle
Kürek ve kovamla daldım oyuna
Islak kumlar kurudu, tuzak geldi kıvamına
Annem seslendi yemek hazır diye
Koşarken düştüm kendi kazdığım kuyuya

27-07-2009

20 Kasım 2012 Salı

Foton Kuşağı ve Telcikler

Foton Kuşağı ve Telcikler

Herşey Carlos Castaneda’nın Zamanın Çarkı kitabındaki şu cümleyi okumamızla başladı;

“Savaşçılar zamandan söz ettiklerinde, saatin hareketiyle ölçülen bir şeyi kastetmezler. Zaman, dikkatin özüdür: Kartal’ın yaydığı şeyler, zamandan yapılmıştır; ve doğrusunu söylemek gerekirse, bir savaşçı özün farklı yanlarına girdiğinde, zamanla tanışmaya başlıyor demektir.”

Ve şu cümleye takıldım. Kartal’ın
yaydığı şeyler zamandan yapılmıştır. Bilmeyenler için açıklayayım. Carlos Castaneda sanrılandırıcı bitkileri araştırmak üzere gittiğinde Meksika’da tanıştığı Yaqui Kızılderilisi Don Juan’dan öğrendiği bilgilerden oluşan bir dizi kitap yazmış. Don Juan’a göre dünyamız farkındalıklı, titreşen ve ışıldayan telciklerden oluşuyor. Hepimizin sırt bölgesinde, kürek kemiğine kol boyu uzaklıkta, algı noktası denilen, tenis topu büyüklüğünde parlak bir nokta var. Bu noktaya bileşim noktası da deniyor. Bu telcikler bileşim noktamızın içinden geçiyor ve bizim dünya algımızı bu bileşim noktasından geçen telcik demeti oluşturuyor. Hepimizin bileşim noktasından aynı telcik demeti geçtiği için, Don Juan’ın deyimi ile bu demete çengellendiğimiz için hepimiz aynı dünyayı algılıyoruz.
Don Juan bu titreşen farkındalıklı telciklerin kaynağının kartala benzeyen bir görüntüsü olduğu için kartal diye adlandırılan bir kaynaktan çıktığını söyler. Kartal bizim anılarımızla beslenir.

Kartal’ın yaydığı şeyler zamandan yapılmış ise dedim, aslında Kartal geçmiş olabilir mi? Zaman an demek değil, geçmiş demek. An’da zaman yoktur. Yani Kartal an’da olanı istemiyor, anılarımızı istiyor, yani geçmişi… O gerçekte geçmişin gölgesi olabilir mi, tıpkı gökyüzündeki yıldızlar gibi… derken şu yazıyı bulduk arkadaşımla birlikte;

"Bir başka masala göre, Sagitta (Okçuk) takımyıldızı Kartal’ı öldüren oku temsil etmektedir. Prometheus’u acısından kurtarmak için, Herkül oku öldürmüş olduğu Hydra’nın (Su yılanı) kanıyla zehirleyip Kartal’a fırlatmış ve onu öldürmüştür. Zeus ise sadık hizmetlerinden dolayı Kartal’ı gökyüzünde yıldızlar arasına koymuştur."

Kartal’ın sembolik anlamları hakkında konuşurken birden bire aklıma bir şey geldi. Şu bahsedilen foton kuşağı hakkında bir sürü şey söyleniyor. Elektronik aletler bozulacak, elektrikler kesilecek, farkındalığımız artacak, dna mız değişecek gibi… Ya dedim bu foton kuşağı elektriği etkileyecekse eğer, gerçekte bizim fiziksel dünyamızdaki elektronik aletler değil de etkilenecek olan ya bu telcikler ise? Bu foton kuşağı denilen şey bu telciklerin titreşimini değiştirirse ne olur? Dünyamızı oluşturan ve çengellendiğimiz telcik demetinin titreşimi değiştiğinde dünyamız da değişmez mi? Hatta bileşim noktamız bu alışık olmadığımız titreşimde yer bile değiştirebilir. Bunun anlamı da şu. Nasıl ki rüyada kontrolsüzce bir rüyadan başka bir rüyaya atlıyorsak, bileşim noktasının kayması da benzer bir etki yapar. Bu da kafayı yememiz demek :) Eğer böyle bir şey olursa, etrafta hayali varlıklarla konuşan, senin görmediğin şeyleri gören insanlarla dolacak. Tabiki senin gördüklerini de onlar göremeyecek. Dünyanın bu yeni titreşimine uyum sağlayabilenler ise bileşim noktasını sabitleyebilecek yapamayanlar da bileşim noktasının kontrolsüzce sürekli oradan oraya kaymasıyla karşı karşıya kalacaklar. Aslında eğlenceli olabilir de :)

Don Juan, Carlos Castaneda’ya bilinçli rüya görmeyi öğreterek aslında bileşim noktasını kontrollü bir şekilde kaydırmayı ve istediği yere sabitlemeyi öğretiyordu. Rüyalarımızı kontrol etmeyi öğrenmemiz gerek. Hem de hemen. :)

Big Bang bir farkındalık patlaması mı?

Big Bang bir farkındalık patlaması mı?

Carlos Castaneda’nın Kartalın Armağanı’nda Sağ ve Sol yan bilinci bölümünde, aşağıdaki gibi bir paragraf geçiyor. Bu kitabı ilk okuduğumda da sol yanda yaşanan olayların yoğunlaştırılmış bir bütün halinde olduğu konusuna kafam takılmıştı. İkinci okurken kitabın o bölümüne geldiğimde bu sefer ışık çaktı. Sanki bu sefer daha iyi algıladım olayı. Önce kitabın o bölümünde Carlos Castaneda ne demiş ona
bakalım.

Kısaca hatırlatmak gerekirse, La Gorda ve Castaneda birlikte rüya görme çalışmaları yapıyorlar. Ve bu gördükleri rüyalarla Don Juan ve onun grubundaki diğer savaşçılarla ilgili anıları yeniden yaşıyorlar görüyorlar. Böylelikle sol yanda yaşanan olayları yavaş yavaş hatırlamaya başlıyorlar. Castaneda’nın bu durumla ilgili yorumu şöyle;

”La Gorda ve ben bir zaman sonra, sol yanımızdaki algı zenginliğinin edim sonrası farkına varma sonucu olduğunu fark ettik. Etkileşimimiz, onu anımsayabilme kapasitemizin ışığında gerçekleşiyordu. İşte o anda, o yüksek bilinç durumlarında her şeyi tek yığın, ayrıştırılması olanak dışı ayrıntılardan meydana gele hacimli tek bir kütle biçiminde algıladığımızın farkına vardık. Bu her şeyi bir anda algılayabilme yetisine yoğunluk adını verdik. Yıllar boyu, bu deneyim yığınlarını oluşturan ayrı parçacıkları inceleyebilmenin olanak dışı olduğunu düşünüyorduk.; bu parçacıkların us yönünden herhangi bir anlam oluşturacak bir süreklilik içinde bir sentezini oluşturmaya çalışmıştık. Bu tür sentez oluşturamadığımız için, anımsayamıyorduk. Anımsama yetisinden yoksun oluşumuz, gerçekte algılarımıza yönelik anılarımızı bir temele oturtamamamızdan kaynaklanıyordu. Deyim yerindeyse, anılarımızı herhangi bir temele oturtamıyor, onları bir düzene sokamıyorduk. Deneyimlerimiz, bizim için oradaydılar, ama onlara ulaşabilmemiz olanaksızdı. Çünkü bu yoğunluk duvarı tarafından engellenmişlerdi.”

Burada bahsedilen yoğunluğu şöyle açıklayabiliriz. Evreni düşünürsek eğer, evren genişliyor. Bunun tersi düşünüldüğünde, evrenin bir toplu iğne ucu kadar küçülebileceği ve kütlesinin yoğunlaşacağı söyleniyor. Evrenin genişlemesinin, evrenin yorumlanmasını sağladığı yönünden bakarsak eğer; evren genişleyerek yorum yapmamızı sağlayacak zaman olgusunu oluşturuyor. Yani o boşluğu zaman dolduruyor. Belli bir dizgeye olanak tanıyor böylelikle. Eğer evren yoğunlaşmış bir kütle olsaydı o zaman şu anki evren yorumumuz da olamazdı. Evrenin içerdiği her şey küçük bir kütlede katışmış bir vaziyette olacaktı. Böylece algılayabileceğimiz dünyalar olmayacaktı, zaman olmayacaktı. Ama o kütle bütün bunları içerecekti, içinde zaman olmadan.
Olaya sol yan bakımından bakarsak eğer, bir başka benzetme ile tarif edeceğim yine. Bizler birer algılayıcıyız, aslında yorumcu da diyebiliriz. Bilgisayar programından örnek verirsek eğer çalışan bir exe program ve programın veri çektiği bir veritabanı vardır. Veritabanında veri katışmış bir şekilde hiçbir yorum içermeden mevcut olur. Program ise o veriyi veritabanından çekerek yorumlar ve anlamlı bir dizgeye sokar. Program olmadan sadece veritabanına baktığımızda bize anlamsız gelen, birbirinden bağımsız görünen bilgi parçacıkları ile karşılaşırız. Ve bu bilgiler bir anlam ifade etmez. (Veritabanını yoğunlaşmış bilgi kütlesi olarak tanımlayabiliriz.) Ancak bir program devreye girdiğinde o veriler anlamlı bir hale dönüşür. Eğer tonali yada kendi dünyasal varlığımızı bir yere koyarsak, biz yada tonal bir exe dir, Nagual/sol yan ise veritabanı diyebiliriz. Carlos Castaneda ve La Gorda rüyalar yolu ile aslında veritabanından (yoğunlaşmış kütle) bir bilgiyi alıp, tıpkı evrenin genişlemesi gibi onu genişleterek, boşluğa yayarak, tonal’de anlaşılabilir, yorumlanabilir bir hale getirerek hatırlıyorlar olayları. Yani sıkıştırılmış bilgiyi genişletiyorlar ve ona bir dizge kazandırıyorlar. Böylelikle hatırlıyorlar. Elinde bir veritabanı olan, orada anlamlı bir şeylerin varlığını hisseden birinin elinde onu yorumlayacak exe programının olmaması gibi bir durum bu. Rüyalar yolu ile de bu yoğunlaştırılmış bilgi kütlesinden veri çekip, onu genişleterek yorumlamayı öğreniyorlar. Aslında Don Juan’ın neden tonali korumak gerektiği konusuna önem verdiğinin de açıklaması olabilir bu. Yani elinde yazılım kalmazsa, program bozulursa, o katıştırılmış bilgiyi asla yorumlayamazsın. Yani program olmadan veritabanı tek başına bir işe yaramaz diyebiliriz.

Ve belki de evren hala toplu iğne ucu kadar küçülmüş, yoğunlaşmış bir kütle şeklindedir de, onu biz genişleterek algılayabildiğimiz için, evreni genişliyor şeklinde algılıyoruz. Tamamen benim fikrim, katılmayabilirsiniz de… Eğer böyle ise, big bang denilen şey bir farkındalık patlamasından ibaret. Veritabanını yorumlayacak yazılımın, tonalin ilk ortaya çıkış anı. Evren hala yoğunlaşmış bir kütle halinde ise, diğer dünyaları algılamanın yolunun, diğer yoğunlaşmış kütleleri genişletmek olduğunu söyleyebiliriz belki de. Don Juan’ın dünya görüşünü genişletmek dediği şey bu olabilir. Ne bileyim belki de bütün kavramları birbirine karıştırmışımdır. :)) Eğer evren hala bir topluiğne ucu kadar katışmış yoğun bir kütle ise, mesafelerin de anlamı kalmaz. Mesafeyi yaratan şey, bu yoğun kütleyi algılayabilmek için genişleten zihnimiz. Yani mesafe, zaman sadece zihinde. Zihni durdurduğumuzda belki de genişlemeyi durduruyoruz, hatta küçültüyoruz. Bu nedenle de mesafe ve zaman olayı ortadan kalkıyor.

Evren bir topluiğne ucu kadar küçülebilir deniyor. Gözle görülemeyen mikroplara mikroskopla baktığımızda devasa yaratıklara dönüşüyorlar. Bizim algımızın evreni genişletmesi ve o şekilde algılaması da böyle aslında. Yani perde dediğimiz şey, aradaki bir mikroskop gibi; evrene bir büyüteç ile bakıyoruz diyelim. Ve bütün ölçümlerimiz, evreni boyutlandırmamız, mesafeler koymamız bu büyütecin ardından gördüğümüz bilgi ile yapılıyor. O büyüteci aradan kaldırdığımızda evren bir topluiğne başı kadar olacaktır. Büyüteçle baktığımız evrenin bir topluiğne kadar küçülebileceğine inanmak ya da bunu idrak etmek zor olabilir. Ayrıca kütlesini düşünürsek, bu devasa görüntünün küçücük bir kütleye aynı yoğunlukta sığacağına aklımız almıyor; ama aradaki büyüteci kaldırdığımızda evrenin bir topluiğne ucuna sığdığını göreceğiz ve aynı kütle yoğunluğu ile olacak. İşte algımız böyle bir büyüteç gibi işlev görerek, küçücük bir kum tanesinden koca bir evren yaratıyor ve sonra bu evrenin büyüklüğü karşısında büyüleniyor ve gerçekte var olanı görmez oluyor.

Zaman olmazsa düşünce olabilir mi?

Zaman olmazsa düşünce olabilir mi?

Bugün aklıma takıldı böyle bir soru. Düşünce zamandan bağımsız olamaz gibi geldi. Düşüncenin olduğu yerde zaman da vardır. Öyle ise zamansızlık durumunda, düşünce de var olamaz. Tanrı zamandan bağımsız olduğuna göre (dini tanımlara göre) , Tanrı’nın düşüncesi yok mudur? Düşüncenin olmadığı yerde yaratım nasıl olabilir? Yaratımın olması için düşüncenin de olması
gerekir diye düşünüyorum.
Bu dünya bir düşünce ise, Tanrının düşünce denizinden ayrılmış bir düşünce olmalı ve birisi tarafından düşünülmeli. Belki de yaratımı gerçekleştiren Tanrı’nın kendisi değil, Tanrı’nın düşünce denizinden ayrılmış damlalar olarak bizleriz.

Eski notlarımdan....

19 Kasım 2012 Pazartesi

Hologram ve Paralel Evrenler

Hologram ve Paralel Evrenler

Önce daha önce burada bahsettim mi bilmiyorum, düşündüğüm bir örnekten bahsetmem gerek. Özetle anlatmaya çalışıcam elimden geldiğince.

Bir oyun programı yazdığımızı düşünelim. Bu oyun programında, bütün olasılıkları hesaplıyoruz ve oyundaki karakter ne yaparsa yapsın, yaptıgı her hareketin bir karşılıgı var. Bu programı yazıp cd ye kaydettiğimizde, oyundaki karakterin,  şimdisi, geçmişi ve geleceği hepsi aynı anda varlar. Ben buna zamansızlık durumu diyorum. Bu cd yi, çalıştırıp oyunda play tuşuna bastığımız anda, zamanı devreye sokuyoruz ve karekterin şimdisi oluyor ve ardından geçmişi, şimdiki anına bağlı olarak da geleceği. Böylelikle, bilinmeyen bir gelecek olmuyor, yada bilinmeyen bir an. Çünkü bütün olasılıklar aynı anda varlar. Tanrının herşeyi bildiği bilgisi de böyle birşey olmalı. Onun bilgisi haricinde davrananamamız vs.
Biz neyi seçersek seçelim, sonuç biliniyor, farklı sonuçlar da olsa. Tabiki bahsettiğimiz devasa bir program.
Ve bu program nedensizlik teorisini de açıklıyor bence. Yazılımda her hangi bir noktaya gittiğimizde, orada olan olayın başı ve sonu olmuyor, sadece o an oluyor. Nedenselliği yaratan zaman, zamanı ortadan kaldırdığımızda, nedensellik de olmuyor ve ana ulaşıyoruz. Ve bir çelişkiyi de ortaya koyuyor. Eğerki Tanrı herşeyi önceden biliyorsa, özgür irade gerçekten var mı, özgür irade var ise, karakterin seçeceği seçeneğin yazılımda mevcut olmayan bir seçenek olması gerekir ki, bu da Tanrı'nın henüz mevcut olmayan bir seçeneği bilmesi demek. Ama o zaman da yazılımda mevcut olmayan bir seçenek Tanrı'nın bilgisi dahilinde olamaz.
Bu da Tanrı herşeyi bilir sözüne ters düşüyor. O halde her olasılık önceden var olması gerekir. Prof. Gerard Hooft bir parçacığın nerede ve ne hızla hareket ettiğini aynı anda tesbit etmeye yarayan bir formül geliştirmiş mesela. 43 sn sonraki geleceği hesaplayan bir formul. Bu da savımı doğruluyor bir nevi.

Özetle bu konuya değindikten sonra, hologram nedir ondan bahsedelim. Hologram holografik bir film üzerine kaydedilen görüntünün, bu film üzerine belli açıyla verilen lazer ışını ile 3 boyutlu görüntüsünün oluşturulmasıdır. Bu holografik filmin normal bir fotoğraf filminden farkı, görüntü film üzerine dalgalar halinde kayıt edilmesidir. Yani filme bakıldığı zaman, kaydedilen görüntüyü göremeyiz, onun yerine iç içe geçmiş halkalar görürüz. Görüntüyü görebilmemiz için filmin üzerine lazer ışını verilmesi gerekir ve diyelim ki bir elma görüntüsü kaydedildi. Elmayı 3 boyutlu olarak görürüz. Bu filmin bir başka özelliği de aynı filmin üzerine yüzlerce görüntü kaydedilebilmesi. Elma ve masa görüntüsü kaydettik diyelim, lazer ışınını bir açıdan verdiğimizde elma görüntüsünü, açıyı biraz değiştirdiğimizde ise masa görüntüsünü alırız. Ayrıca bu filmi ortadan ikiye bölersek, yine her iki parça üzerinde hem elma hem masa görüntülerini bir bütün olarak farklı açılarla verilen lazer ışını ile görüntüleyebiliriz. Bu filmi daha kücük parçalara da bölsek, yine elma ve masa görüntülerini her bir parçada bir bütün olarak görüntüleyebiliriz.  Holografik film, görüntüleri üst üste kaydetmemize izin vererek, çok büyük bilgileri kücük bir alanda saklayabilmemizi sağlar. Ve filmi parçalara da ayırsak, görüntülerin bilgisi her bir parçada mevcut.

Şimdi bunları aklımızın bir köşesine koyalım. Ve gelelim paralel evrenler meselesine :)

Şimdi yukarıda bahsettiğim, yazılıma dönelim tekrar. Bu yazılımın holografik yapıda olduğunu düşünelim. Bu holografik yazılımda bütün olasılıklar mevcut demiştim. Bu olasılıklar, evrenin (-lerin) görüntüsü (-leri) ile birlikte evrende gerçekleşen olayları kapsayan bir olasılıklar bütünü. Holografik yapıdaki bir yazılımda, lazer ışınımız düşünce olsun. Holografik yazılımımıza farklı açılardan lazer ışınları (düşünce) tutalım aynı anda. İşte paralel evrenler oluştu :) Hepsi aynı anda var ve iç içe geçmiş durumdalar. Farklı farklı görünümlerde dünya gezegeni var bu paralel evrenlerde, bazılarında ise yok. Aynı insanın farklı farklı yaşamları var. Ve bu paralel evrenlerde bazı açılar birden fazla paralel evrende mevcut. Aynı açıyı kullanıyorlar ve bu noktalarda bu aynı açıyı kullanan evrenler birleşiyor, açının değiştiği noktalarda ayrılıyor. Ama yine de holografik film gibi aynı düzlem içerisindeler. Sadece açıları farklı. Aynı açıyı kullanan ve evrenlerin aynı noktada birleştiği yerlerdeki olay yada an, belki de o olaya çekim gücünü arttırıyor ve gerçekleşme olasılığı güçleniyor. Yani oraya çekiliyoruz. Bu da kaçınılmaz olan, yani kader dediğimiz şeyin gerçekleşmesini sağlıyor olabilir.
Daha net açıklarsak, bir karakter o açıyı gördüğünde, o açıya yakınlaştığında, o açıdaki olayı seçme olasılığı artıyor olabilir.

Bu örnekten çok farklı fikirler ortaya çıkabilir. Daha üzerinde düşünmem lazım ama bana ilginç geldi :))

19 Haziran 2012 Salı

Sokak Köpeği - Öykü

SOKAK KÖPEĞİ

O sabah işe gitmek için her zamanki gibi otobüs durağında bekliyordum. Soğuk bir kış günüydü. Otobüslerin hangi semte gittiğine bakarken, sol tarafımda, bir insan boyunda olamayacak bir beyaz kıpırtının hareket ettiğini fark edip gözlerimi o yöne çevirdim. Gelen bir sokak köpeği idi. Bej renginde, yerden 30 cm yükseklikte bir köpek. Öylesine zayıftı ki, sadece deri ve kemikten oluşuyordu sanki. Güçlükle yürüyor, soğuktan ve dermansızlıktan tir tir titriyordu. Yavaşça geldi, durakta bekleyen şişmanca bir kadının bir metre berisinde durdu. Birkaç kere titredi olduğu yerde ve arka ayakları üzerine oturup, sabit tutmaya çalıştığı başını kadına doğru çevirdi ve kadına bakmaya başladı.

Kadın bir ev kadını görünüşündeydi. Fanilasını dirseklerine kadar sıyırıp, sürekli nemli ellerle dolaşan, mutfakta pişirdiği çöreklerin, böreklerin kokusunu gezdiği yerlere dağıtan kadınlara benziyordu. Belki de bu köpek onun için onun önünde durmuştu. Yemeklerle haşır neşir birisi yanında yiyecek de taşıyor olabilirdi ona göre. Ama evinde sıcak bir yemek kokusu olan bu kadın sokağa çıkınca, tanımadığı insanlarla göz göze gelmek korkusuyla, başını yukarı kaldırır, soğuk ulaşılmaz bir ifade takınır, sadece gelip geçen otobüslerle ilgilendiğini göstermek için yola boş gözlerle bakardı. Bu yüzden bir metre ötesindeki ona gözlerini dikmiş bakan köpeği fark etmedi.

Köpek titreyerek ona umutsuzca bakmaya devam etti beni gör diyen bakışlarla, yanında yiyecek taşıdığını umut ettiği bu kadına. Kıskandım o anda o bakışları.  İçimden bana bak, bana bak diyordum, ama köpek de beni fark etmiyordu, ısrarla kadının gözlerinin içine bakıyordu.

Sonra umudunu yitirdi, yavaşça yerinden kalktı ve titreyerek duraktan uzaklaştı...

O anda içime bir ateş düştü. Herkes aslında o köpek gibi bakıyordu, beni gör diyen bakışlarla... İnsanlar iyi kötü ne yaparlarsa yapsınlar görülmek için yapıyorlardı. Seni görmesi için baktığın sevgili, bir başkasına bakıyordu görülmek için. Görülmek için giyiniyordu insanlar, süsleniyordu. Görülmek için güzel evlerde yaşamak istiyorlardı. Görülmek için kariyer yapıyorlardı. Görülmenin manasını sahip olunan şeyler sanıyorlardı. İnsanlar onların güzel döşenmiş evlerine baktıklarında, bakılan kendileri sanıyorlardı. Masallarda bile
görülmek, sahip olunan şeylerdi. Külkedisi masalını hepiniz bilirsiniz. Bir peri gelip külkedisini süslemese, o yırtık kirli elbisesi ile gitse idi, prens onu fark edecek miydi? Büyük ihtimalle hayır.

Ve insanlar bu masallarla büyüdüler. Perilerimiz yoktu, sihirli değneği ile donatsın bizi. Ne yapacaktı insanlar peki? Kimisi çok çalışacaktı, öyle ki, hayatı işi olacaktı. Kimisi kendisini pazarlayacaktı. Kimisi öldürecekti, kimisi acındıracaktı, kimisi hırsla öfke ile dolacaktı, kimisi yalaka olacaktı, kimisi kıskanacaktı sahip olanları. Büyük çoğunluk ise umutsuzca tırmalayacaktı. Hayal etmedikleri evlilikleri yaptılar, hayal etmedikleri hayatları yaşadılar ve herşey yolundaymış gibi davrandılar. İçlerinde gömülüp kalmış, bakmaya korktukları gizli hazinelerini; utançla, kibirle, yalanla, ihanetle örttüler. Ne de olsa o hazine görülmezdi, hayatın kuralları vardı. Umutlarını, hayallerini, benliklerini gömdüler oraya. Giyindikleri kıyafete büründüler, herkes gibi oldular. İçlerindeki büyük destansı aşkı unuttular. Aşk yok ki dediler, mantık var. Aslında haklıydılar. Farklı olmak riskliydi, öldürücüydü. Toplum beslemezdi farklı olanı, aç kalırlardı. Hem tecrübeleri onlara göstermemiş miydi daha küçük bir çocukken, en güzel oyuncağa sahip çocuğun en çok sevilen çocuk olduğunu, herkesin onunla oynamak için can attığını. Onun kağıttan yaptığı şaheserine burun kıvırdıklarını görmemiş miydi? O zaman vazgeçmişti, kağıtlarından, makasından, uhu’sundan. Annesinin elinden tutup, göstermişti gösterişli uzaktan kumandalı arabayı, alması için ağlamıştı. Ve hayatının devamında hep ağlayacaktı, o köpeğin bakışı ile bakacak, içine gömdüğü hazinesinin kıpırtısı ruhunu sızlattığında, sahip olduklarına sarılacaktı. Nasılsın diye sorulduğunda, “Harikayım” diyecekti, içindeki binlerce farklı yanıtı bir kenara atarak.

Oysa ki en can alıcı sorudur “Nasılsın” sorusu. Çok derin bir sorudur. “Ne hissediyorsun?” anlamındadır aslında ama basit bir kelime içine sıkışıp kalmış, kalıplaşmış bir sorudur. Cevaplar da kalıplaşmıştır. Çünkü gerçek hissedilen hep perde arkasındadır. O perde açılırsa insan çırılçıplak kalıverir, bütün sızıları ortaya çıkar. Gerçek bilinse de, verilen cevap doğru kabul edilir, ötesi kurcalanmaz. Oysa ki, bir nasılsın sorusuna bir destan yazılabilir.

........

…Sonra utançlarını, umutlarını, hayallerini, benliklerini unutmak için eşlerini aldattılar, uyuşturucu içtiler, kanser oldular. O hazine örtünün altında kıpırdadıkça, yeni şeylere sahip olmak için çırpındılar. Kendilerini daha iyi, daha büyük, daha güçlü gösterecek şeyler. Ve aslında hiç bilinmeden öldüler.Arkalarından kendilerinden çok, sahip oldukları konuşuldu...

Gelelim o açlıktan ölmek üzere olan sokak köpeğine.Peki o sokak köpeğinin diğer köpeklerden ne farkı vardı da böylesine aç kalmıştı? Diğer köpekler karınlarını doyurmayı başarırken o neden başaramamıştı?

O çok özel bir köpekti. Onurlu idi, yüzsüzlük etmezdi. Dükkanların önünde durur, dükkan sahibinin kendisine yiyecek vermesini beklerdi. Kimi zaman birisi önüne bir parça yiyecek atar kimi zaman da eli boş dönerdi. Aslında boyu yetse idi, çöp tenekelerine tırmanıp yiyeceğini bulur, insanların merhametine sığınmazdı ama, boyu yetişmiyordu işte.
Bazen şanslı olursa, dolan çöp tenekelerinden taşan poşetlerde kırıntılar bulurdu. Ama ah o büyük köpekler yok mu, ne aç gözlüydüler. Ona bir lokmayı bile fazla görürler, dişlerini gösterip kovalarlardı. Onun koca bir yüreği vardı aslında ama bedeni küçük yaratılmıştı. O bulduğu küçük bir parça yiyeceği bile kedilerle paylaşırdı. Hele hele yavru kedilere hiç dayanamaz, tüm açlığına rağmen bir yudum yemeden onların yemelerini izlerdi. Diğer köpekler fırsatçıydı, hırsızdı onlar. Dükkan sahibinin boş anını kollar, tezgahtan yiyeceği kapıp kaçarlardı. Arkalarından taş da atılsa, kalın sopalarla dövülseler bile pes etmezler, yine aynı yere gelip sinsice fırsat kollarlardı. Ama hayatta kalan onlardı.

Bir gün o onurlu köpek açlığa teslim olacak ve bir kaldırım kenarında ölecekti. Yanından geçenler, daha önce görmedikleri o köpeğin keskin kokusuna kayıtsız kalamayacaklardı ve burunlarını tıkayacaklardı. Ben de o kaldırımdan geçecektim. Onun yerde yatan cansız bedenini tanıyacaktım. Gözlerimden yaşlar boşalacaktı...

19 Mart 2012 Pazartesi

Yolcu - Şiir


YOLCU

Yürüyorum yolun sonunu bilmeden
Kapkara bir bulut gibi
Üzerimde yırtıcı kuşlar
Çığlık çığlık dalıp
Koparıyorlar bir parça
Kimi atıyor kuru bir çalılığa
Kimi bir dağın ardına
Liğme liğme azalarak
Her bir yana dağılarak
Yürüyorum yolun sonunu bilmeden

Derinden bir kucaklaşma
Yada özlem dolu bir merhaba
Bekliyor mu acaba orada
Belki benim gibi bir yabancı
Mutluluğa acı karışıp
Hüzün olup bakıyor gözlerimden
Bütün umutları söküp yüreğimden
Yürüyorum yolun sonunu bilmeden


Kah Güneş doğuyor yüzüme
Kah gözlerime Ay
Yağmurla yıkanırken karanlığım
Rüzgarla kuruyor aydınlığım
Bir uçurumun kıyısında
Soyunup tüm benliğimden
Uçuyorum yolun sonunu bilmeden..

26.07.2009

5 Mart 2012 Pazartesi

Karasinek - Öykü


KARASİNEK

8 yaşındaydım. Sıcak bir yaz günüydü. Yengem açık camlardan içeri giren kara sinekler ölsün diye odaya ilaç sıkmıştı, kapıyı pencereleri sıkıca kapatmıştı. İlaç kokusundan kurtulmak için dışarı çıkmak için kalktığımda, yerde debelenen kara sineği gördüm.
Kalkmaya çalışıyor, arka ayakları yere yapıştırılmış gibi sürünüyordu. Avcuma aldım sineği ve dışarı çıktım.
Bahçedeki erik ağacının altına kilimler serilmiş, şilteler konmuştu. Gidip oraya elimdeki sinekle oturdum. Sinek hala debeleniyordu.
Can çekişen sineği şiltenin üzerine bıraktım. Başımı şiltenin üzerine koyup onu izlemeye başladım. Arada parmağımla onu dürtükleyip ayağa kalkmasını sağlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra sinek canlanmaya daha rahat hareket etmeye başladı... Ve sonra uçtu.

Onun hayatını kurtardığım için sevinmiştim. Sırt üstü uzanıp agacın dalları arasından göz kırpan güneş ışıklarını izledim bir süre. Ağaçtaki tırtıllar aklıma geldi. Ağzımı açsam acaba bir tırtıl tam da ağzımın içine düşer miydi? Önce ağzımı açıp bekledim merakla. Sonra tiksinti ile yüzümü buruşturdum, ağzımı sıkı sıkı kapadım.
O sırada koluma birşeyin değdiğini hissettim. Eyvah tırtıl diye panikle koluma vurdum.
Ama tırtıl değildi. Az önce hayatını kurtardığım sinekti. Ve artık ölüydü.

Sineğin hem kurtarıcısı hem de katili olmuştum. Kendi kendime kızdım vicdan azabıyla ama yapacak birşey yoktu.

Amcamın kızı koşarak geldi, elinde boş konserve kutuları vardı.

- Hadi çamurdan yemek yapalım!  dedi.

Güzel fikirdi.

- Hadi yapalım.

26 Şubat 2012 Pazar

Kaşıkçı Dede - Öykü


KAŞIKÇI DEDE

Ufak bir çocukken hayranlık duyduğum iki yaşlı insan vardı çevremde.  Birincisi köyde yaşadığım dönemde evimize birkaç kilometre uzaklıkta oturan bir akrabamızın evlerine gittiğimizde canım sıkılmasın diye benimle ilgilenen ve ilk kez tanıdığım ya da farkında olduğum o yaşlı dede idi.  Daha okula gitmeye başlamadığım bir dönemdi. Sanırım altı yaşlarında olmalıyım. Daha önce çevremdeki insanlarda görmediğim bir bilgiye sahip bu yaşlı dede beni odasına götürmüş orada benimle baş başa uzun saatler boyunca sohbet etmişti. Bana başka ülkelerden bahsetmiş, bu ülkelerin fotoğraflarının, kartpostallarının yapıştırıldığı defterinden, ansiklopedilerden bu ülkelerle ilgili görseller göstermiş ve oralarla ilgili hikayeler anlatmıştı.  O yaşlı dedeyi ağzından çıkacak tek bir kelimeyi bile kaçırmamak için pür dikkat dinlemiştim. Hayret verici bir şeye bakar gibi gözlerim iri iri açılmıştı onun yanında.  Yaşadığım zevk inanılmazdı. O dedemi çabucak sevmiş, ona kalpten bağlanmıştım o gün.  Bende büyük bir saygı uyandırmıştı bilgisi ile ve bambaşka bir hayatın kapısını açmıştı içimde.  Bu farkına vardığım yeni gerçeklik  gelecekte kitap okumamı tetikledi, kitapları sevmemi sağladı. Hele o dedemin bana yaptığı tahta kaşık onu gözümde devasa bir yere yerleştirdi. Onu gözümde sanatçı yaptı. O benim en saygı duyulası arkadaşım oldu.  Hiç misafirliğe gitmeyi sevmeyen ben, dedemi yine görürüm diye en önde yola koyulurdum sevinçle. Kaşıkçı dede diyordum ona bana tahta kaşık yaptığı için. Ve sanırım onun en hevesli dinleyicisi olduğum için, kaşıkçı dedem de ona her gidişimizde, beni herkesten ayrı bir köşeye çeker, baş başa sohbet ederdik. Beni koca bir insan gibi karşılar ve ilgiyle konuşurdu. Aramızdaki bu özel iletişimi ve onun anlattıklarını büyük bir mutlulukla dinlediğimi görüyor ve bundan hoşnut oluyordu.  Kaşıkçı dedem o çok az da olsa gittiğimiz misafirliklerdeki muhabbetlerimizde beni derinden etkiledi. O bilgili insan geleceğimi tümden değiştiren tohumlar ekti içime. Kitapları sevmemi, kültürlü insanlara, bilgiye saygı duymamı ve onları hayranlıkla izlememi, çevremi şekillendirmedeki farkındalığımı ona borçluyum.  Onun bana yapıp verdiği tahta kaşığa ben de bir çiçek yapmıştım yakma yöntemi ile. İkimizin de yaratıcılığının birleştiği bu kaşık yaratıcı kişiliğin sembolü olmuştu benim için. Hayatım boyunca yaratıcılık, özgünlük, farklılık ve içi doluluk bir dolu sıradan şey arasında dikkatimi çekti ve bana kaşıkçı dedemi hatırlattı.
İkinci hayranlık duyduğum yaşlı insan ise polis dedemdi.  Ona polis dede dememin sebebi emekli bir komiser olmasından dolayıydı.  Edirne’de yine bir akraba ziyaretine gittiğimizde tanıştım onunla. Her zaman olduğu gibi misafirlik beni çok sıkmıştı. Hele birkaç gün sürecek bir misafirlik daha da sıkıcı idi. Orada kalacağımız o birkaç günü nasıl geçireceğimi düşünürken, polis dedem imdadıma yetişti. Hadi odama gidip kitaplara bakalım diyerek gülümseyen gözlerle beni çalışma odasına davet etti. Odasına girdiğimizde duvarlar boyunca kütüphanesi ve sıra sıra kitaplarla dolu rafları gördüğümde bir hazine odasına girdiğimi hemencecik anladım.  Kaşıkçı dedemden bir kitap hayranlığım başlamıştı zaten ama okumayı yeni söktüğüm dönemde bana yeterince kitap alınmıyor, bu hevesim pek fark edilmiyordu.  Bu nedenle elime geçirdiğim resimli kitapları tekrar tekrar okuyordum, yeni bir kitap elime geçtiğinde ise bu müthiş heyecan verici oluyordu. Belki de kitapları değerli yapan o zamanlar onları zor elde etmemdi.  Polis dedemin bu zengin hazinesini gördüğüm anda onu sevdim. Bu kadar çok kitabı olan bir insan çok şey  biliyor olmalıydı, ona hayranlıkla baktım. Çok kitabı olan bir kimse bende ünlü birisi kadar hayranlık uyandırıcı etki yaratıyordu.  Gözlerimde bir parıltı ile ona bakıyor, ağzından çıkacak her kelimeyi pür dikkat dinliyordum. Yine kaşıkçı dedemde olduğu gibi bir ruh haline bürünmüştüm bir anda. Çok değerli bir kişi yakalamıştım yine ve ondan alacağım hiçbir şeyi kaçırmamalıydım.

Polis dedemden farklı bir şeyler öğrendim o gün. Bana bir defterden okuduğu sorular sormuş cevaplarımı bir kağıda dikkatlice yazmıştı. Merakla sonunda ne olacak diye soruları tüm ciddiyetimle yanıtlıyordum.  Çok uzun bir soru listesini cevapladıktan sonra defterin başına dönüp soruları yeniden okumaya başladı. Bu sefer sorular değişmişti ama bu değişmiş soruların ardından benim daha önceki sorulara vermiş olduğum yanıtları okuyunca çok komik sonuçlar çıkıyordu ortaya ve biz katıla katıla gülüyorduk.  Çok eğlenmiştim bu oyun ile. Polis dedem kalbimi kazanmıştı bu küçük oyunu ile. Artık o benim arkadaşımdı ve odasındaki kitapları incelememe izin verdi. İçindeki hikayeleri anlattı sabırla. Ben de bunları okuyacağım dediğim gündü o gün. Duvarımda büyük bir kütüphanenin hayalini kurdum. Kendi paramla alacağım kitaplarım olacaktı benim de.  O günden sonra polis dedem ağzımdan düşmedi, tıpkı kaşıkçı dedem gibi.  Bu iki insan benim hayatımda hayranlık duyduğum yegane insanlar oldular ve o kısıtlı görüşmelerimizde her gün birlikte olduğum insanlardan çok daha fazla büyük etki yarattılar. Çocukluğumun idolleriydiler ve çok gerçektiler.

Şimdiki nesil ne yazık ki böyle idollere sahip değiller ve gerçekten çok şanssızlar. Çünkü onların idolleri gerçek bile değiller.  Bir bilgisayar oyunundaki kahraman ya da ünü şişirilmiş bir şarkıcı.  Bu sanal kahramanlar ne yazık ki  çocukları sanal kahraman olmaya itiyor ve bunu yapmak çok kolay ve zahmetsiz.  İçselleştirebilecekleri bir idolleri yok, hayatlarını temelden sarsacak, seçimlerini etkileyecek bir idolleri… Çünkü sanal idoller de moda gibi çabucak değişiyor ve idealist insanlar yaratacak güçte değil hiçbiri. İdealist olmak, bir vizyonunun olması, farklılık, yaratıcılık, özgünlük  büyük tehdit altında görünüyor ve hızla tüketilecek üretimler alel acele piyasaya sürülüyor.  Gençlerimizi bu furyadan korumak için onları edebiyatla tanıştırmalı ve yaratıma teşvik etmeliyiz.  Onların da bir kaşıkçı dedeleri olmalı.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Gitmeyeceğim - Şiir

GİTMEYECEĞİM

Ben ölünce
Senin cennetine de,
cehennemine de
Gitmeyeceğim!
Çekip gideceğim
Canımın istediği yere
Yalnız kalacaksın Tanrı.
Ruhlar aleminde,
Gölgelerimle
Avunacaksın.

28-04-2009

Ölüm Öyle Basit ki Aslında - Şiir

ÖLÜM ÖYLE BASİT Kİ ASLINDA

Ölüm öyle basit ki aslında.
Öylece uzanırsın
Bütün dertler üzüntüler yok olur
Borçlar harçlar biter
Yarım kalan işler telaş yapmaz artık sana
Çenen düşer geriye
Boş boş bakarsın görmeyen gözlerle.
Çuval gibi atıp savursalar bedenini
Tekmeleseler kalbine kalbine
Hayatta iken asla yapamadığın kadar
Tepkisizsin.
Sen sadece kemik ve etsin.
Kazarlar mezarını kürek kürek
Koyarlar seni içine
Bir iki dua ve toplanıp giderler.
Ardından
Kurtlar böcekler iştahla saldırır bedenine.
Önlerine yem atılmış gibi.
İçine sızarlar burun deliklerinden, kulaklarından
Zekasıyla övündüğün beynini kemirirler.
Yıllardır içinde biriktirdiğin anıların
Şimdi kurtların midesinde leziz bir yemektir.
Ve sen öylesine tepkisiz yatarsın
Sesin yok ki duyurasın.
Son akşam yemeğinde,
Yediğin fasulye tanelerini taşır böcekler.
Senden arta kalanlar parça parça
Bedeninden koparılıp ayrılır.
Kalır geriye kuru kemiklerin.
Ve kurtlar, böcekler de seni terkeder.
Giderler yeni taze yemeklerine.
Artık ne farkın var bir mezar taşından.
Ölüm öyle basit ki aslında.

23-08-2008

21 Ocak 2012 Cumartesi

Küçük Ruh - Şiir

KÜÇÜK RUH
Sen güzel, narin, küçük bir ruhsun.
Kalbim bir kuş gibi çırpınıyor diyorsun.
Gözyaşlarını inan içime akıtıyorsun.
Üzülme ağlama
Yalnız değilsin..
Ben de senin yollarından geçtim.
Hayat uzundu, kurtlar açtı.
Öyle yorgunum ki
İzin ver dizlerinde uyuyayım küçük ruh.

19.07.2008

12 Ocak 2012 Perşembe

Kopar At Dizginleri - Öykü

KOPAR AT DİZGİNLERİ

Yaşlı bir Aborjin ve karşısında bir genç kız. Kız sorar, sormadan önce adam biraz üfürmüştür tabi;  Sizin hayatınızda çemberlerin ucu hep açık. Çember ne? İlişkiler , işleriniz , dertleriniz,  hep birer çemberdir. Bu çemberleri kapamıyorsunuz ve açık yaralar olarak sürekli meşguliyet altında bırakıyor ruhunuzu.


Neyse kız sorar.  ( sorsun artık bana da fenalık geldi)
Bu çember nasıl kapanacak.. Mesela bir arkadaşımızı seviyoruz ama artık geçinemiyoruz ..
Kaldı ki sevgi azalması falan da yok.
Adam cevap verir ;
Arkadaşım  yada akrabam,  her kim olursa olsun ; artık benim yaşama enerjimi tüketmeye başlamışsa,  bana yaşama zevki vermiyorsa ona derim ki;
"Bak arkadaşım , dostum , akrabam ... Seni hala seviyorum .. Ama gördüğüm kadarıyla artık aynı çizgide anlaşmamız mümkün değil. O yüzden senin üzerinde ağırlık oluşturmak ve seni de incitmek istemiyorum.. Artık yollarımızı ayırıyor, seni ( sevdiğim halde) kendi yoluna bırakıyorum , elveda" .
Ben bu satırları okuduğumda oha dedim önce  ve ayakta selamladım aborjin dedeyi. İnsanlar değişiyor ve biz ilişkimizin eskisi gibi olmasını arzuluyoruz. Ancak bu kendimize zarar vermekten başka bir işe yaramıyor. Üstelik yol almamızı engelliyor. Bir de kendimizi akıntısına bırakıp koyvermediğimiz ilişkiler var.

Kadim dostum Ali ile konuşurken ve her zamanki gibi dünyayı ve kendimizi kurtarırken
aşağıda yazacağım öyküyü anlattı bana. Gerçek bir hikaye. Beni çok etkilemişti. Onun ağzından aktarıyorum şimdi.

Bir arkadaşım hiç ata binmemiş. Yirmi  sene önce Kars’ta asker bu arkadaş. Bir köye gitmeleri gerekiyor. Neyse efendim iki at getiriyorlar.  Bizim kent çocuğu attan da anlamaz
diğer asker ise köylü ve atı tanıyor. Buna ufak tefek atı veriyor , büyük at muhtarın imiş, büyüğü kendi alıyor. Meğer küçük at deli imiş.
Bizimki soruyor nasıl gidecek diye diyorlar ki topukla.  Yani topuklarınla atın karnına hafifçe dokun.
İlk kez ata biniş , ilk kez topuklayış ve ilk kez kontrolü kaybediş…
Dizginler uçup gidiyor elden. Bizim oğlan çaresiz atın boynuna sarılıyor, gözlerini yumuyor.
At rüzgar gibi gidiyor köye ve köyde durduruyorlar. Düşmeden gitmiş bravo. 
Dönüş vakti sanıyorlar ki bu değiştirecek atı. Hayır değiştirmiyor. Diyor ki ben atıma güveniyorum.  (bu kısma dikkat.  farklı düşün.. )
Neyse yine bizim oğlan ata sarılıyor ve gözler kapalı ve rüzgar gibi geliyorlar Jandarma Karakoluna.

Aradan zaman geçiyor, karakolda bir toplantı var. Muhtarlar toplanmış.  Muhtarların karakolun önünde bıraktıkları dört at var.  Atlar yayılmış çevreye. Askerler atlarla gezmek istiyorlar. Muhtar emmiler nasıl olsa toplantıda. Yine atlar seçiliyor. Bu sefer bizim arkadaşa  siyah bir at veriyorlar.  Diğer askerler yine köylü ve işi biliyorlar ama hikayenin sonunda göreceğiz işi kimin bildiğini. Bizimki ata biniyor.  Bu kez az bir deneyim var ve dizginler elde. Ama bir bakıyor ki at yine deli. Tabi deliliği ata damgalayan bizleriz.  Neyse anlatıyor arkadaş;
“Yolumuz farklıydı; bu kez yokuş aşağı dereye iniyorduk.  Derenin önünde küçücük uyduruk
bir köprü var ve üstü çakıllı. Yani kaymamak mümkün değil.  Köprüyü geçer geçmez neredeyse doksan derecelik bir viraj var. Karşımız dağ , dik bir yamaç ve at son sürat.
Dizginleri bıraktım. Ata sımsıkı sarıldım. Sanki artık ondan bir parçayım. Yani atın hörgücüyüm. Atı kontrole yeltenmiyorum. Kendimi ata bıraktım. Öyle ki ; artık öleceğimi düşünüyorum. Çünkü son sürat dağdaki kayalıklara çarpacağız. Arkadakiler de aynısını düşünüyor.  Telaşlılar ama yetişemiyorlar.  Çünkü at inanılmaz bir hızla yol alıyor.  Yetişmek olanaksız. Ve bakıyorum hala gidiyor at, gözlerimi açıyorum , virajı almışız ???!!
Köprü çoktan geçilmiş ve ben atın boynuna sarılmıyorum artık yaptığım atı kucaklamak. “
Bu arada arkadaşın atının eyeri de düşüyor. At ve o.  Arada başka hiçbir şey yok.  Tam teslimiyet , tam kabul.

İnanılmaz hızlarla ,  mümkün olmayan virajları almak mı istiyorsun ?  O halde neden hala atı kontrol etmekte ısrarlısın?  Sadece sarıl boynuna ve yum gözünü.  Elbette çok zor bu. Ama mucize de burada işte. 
Diğer arkadaşları emin ol hiç bir zaman o hızlarla o virajları alamazlar, çünkü dizginleri elden bırakmayı düşünemiyorlar. Onlar, farklı düşünemiyorlar.
Ben artık şuna inanıyorum: 
İçlerimizde birer at var.  Dizginlerini sürekli elde tutup habire asıla asıla ağızlarını yara yaptığımız atlar.  Bırakabilirsek dizginleri hayat bambaşka olacak gibi geliyor  bana.
Gözlerini yum, sımsıkı sarıl ve bırak.

Ve arkadaşım hikayeyi bitirince ekledi;

Birisi gelecek hayatına yakında . Yok yok hemen heveslenme.  Muhtemelen bir dizgincidir o da . Ama bir tuhaflık olduğunu sezecek. Fısıldarsın ona, dersin ki “Kopar at o dizginleri . Ve rüzgar gibi düş peşime. İşte o zaman başkaca zamanlar yaşanmaya başlar”.

Kumbara - Şiir

KUMBARA

Dedim bu kirpikler ok
Dediler takmaymış
Ya o deniz mavisi gözler
Dediler ki lens
Dedim Ah okka gibi burun
Dediler ünlü bir doktorun eseri
Ya o dolgun kiraz dudaklar?
Dediler o da yapma
Peki o dalga dalga saçlar?
Dediler saçları postiş
Ama ya kalbi?
Dediler onun kalbi kumbara
Çalışmaz atmazsan içine
Bir ev bir de araba
Anladım ki bu güzelde
Yokmuş hiç bir numara


26-07-2009

Susuzluk - Şiir

SUSUZLUK

Gözlerine baktım
Orada iki derin kuyu var sandım
İyice yaklaşıp dikkatlice baktım
Kuyu değilmiş.
İki kuru lekeymiş.
Oysa ben ne kadar da susamıştım.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Olur mu Sevgili - Şiir

OLUR MU SEVGİLİ

Gördüklerini görmeyenin,  aklı seninle bir olur mu
Akan suya ayağı değmeyenin, nehirden haberi olur mu
Ey sevgili
Sevmeyenin kalbi benim gibi al al olur mu

Gözyaşını akıtmayan bulut, yağmur olur mu
Yanmayan ateş, köz köz kül olur mu
Ey sevgili
Yare böyle katı inat reva olur mu.

Hayat pervasızca yanımdan geçip giderken
Ağacım sararmış yapraklarını yere dökerken
Ey sevgili
Sensiz, ölüm bana rahat döşek olur mu..

22.08.2008

10 Ocak 2012 Salı

Konuşursam eğer yalan söylerim - Şiir

KONUŞURSAM EĞER YALAN SÖYLERİM

Gurur kalmadı bende
Benim dediklerim ellerimde ufalandı
Şimdi yok gösterebileceğim bir kanıt
Buyum diyebileceğim
Ne bu'yum, ne o'yum
Sorsalar bana kimsin diye
Verebilecek bir cevabım yok
Konuşursam eğer.. yalan söylerim
Doğrudur yalanım.. yarına dek..
Ya da birkaç dakikalığına..
Onca inşa ettiklerim
darmadağın..
Nasıl söz verebilirim
ayakta kalacağına.
İster dönek deyin
ister kaypak
Değişiyorum işte durmadan
Duvarlarım ardımda.. yıkıla yıkıla..
Korkuyorum konuşmaya
Sözlerim ayaklarıma takılıyor
Sendeliyorum
Ve susuyorum
Ben kimim bilmiyorum
Konuşursam eğer.. yalan söylerim..

Dansın Kralı Salih - Öykü

DANSIN KRALI SALİH

Yazlık bir disco'da Dj'lik yaparken tanıdım Salihi. Bizim müdavimlerimizdendi. Her akşam kesintisiz gelirdi discoya. Tek başına gelir bir masaya oturur, bir tane de bira alırdı kendisine. O masada tek başına oturur, birasını yudumlar ve dans edenleri seyrederdi. Gözlerini pistten hiç ayırmazdı. Müziği dinler arada başıyla ritm tuttururdu. Ama birasını bitirene kadar kalkmazdı dansa. Aslında anlardım uygun zamanı kolladığını. Pistin çok kalabalık olmadığı ve kendisine uygun parçanın çalacağı anı beklediğini. Biraz da içinde cesaret toplardı sanırım.

Salih bizim normal demeyeceğimiz insanlardandı. Konuşması tutuktu. Çocukken menenjit geçirmiş sanırım, aklı eksik çalışırdı. Bizim dünyamızda onlara deli derler. Bazen bize göre akıllıca cümleler de kurardı. O zaman gözleri parlardı, mutlu olurdu. Bunu bizim gibi gizleyemezdi.

Salih dansa kalksın diye onun sevdiği parçaları çalmaya başlardım birasını yarıladığında. İşte o zaman yerinde rahatsızca kıpırdanırdı.Cesaretini toplayamamıştı henüz. Sonunda cesaretini topladığında piste çıkardı. O dansın kralıydı. Bakışları değişirdi Salih'in. O sahneye çıkmış bir yıldızdı o anda. Pistteki herkes silinirdi, bir tek o kalırdı sahnede. Kendini yerlere atar, sırt üstü dönmeye çalışır, el ve kollarını oraya buraya atar, kendi dünyasında bir John Travolta gibi, bizim dünyamızda ise garip hareketler yapan bir deli gibi dans ederdi.
İnsanlar onu tanımışlardı ve o piste çıktığında herkes ona bakardı. Birbirlerini dürtüp, gülerlerdi. Salih ise en iyi figürlerini sergilerdi. Ona göre biz dans etmesini bilmiyorduk. Hatta hiç güzel dans edemiyorduk. O en iyi dansçı idi. Ondan daha mükemmeli yoktu.

Salih kan ter içinde kalana kadar dans ederdi. Dansı bittiğinde herkes onu çılgınca alkışlardı. Sonra bara gidip terini kurulamak için birkaç peçete alır masasına dönerdi. Bir süre daha pisti izlerdi teri kururken. Ve sonra bara doğru elini kaldırır selam eder ve giderdi.

Salih dans ederken hiç gülmedim ona. Bence de o dansın kralıydı. Sadece onun dünyasını göremiyorduk biz. Belki de haklıydı. Biz gerçekten dans etmesini bilmiyorduk.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Çok Sıkıştım - Şiir

ÇOK SIKIŞTIM

Sıkıştım deniz otobüsünde çok fena
Bakındı gözlerim küçük de olsa bir hela
Ama nafile yok bir kapı
Üzerinde tuvalet yazan en ufak bir yazı

Zaman durdu bir türlü geçmiyor
Deniz otobüsü sanki hiç gitmiyor
İçimde bir derya deniz
Çıkmak için kıvır kıvır gidiyor

Ayağa kalksam salacağım herkesin içinde
Oturuyorum ama sanki diken üstünde
Yanımdaki kadın konuşuyor vır vır
Diyordur içinden bu kız niye kıvır kıvır

Sonunda vardık son durağa
Attım kendimi dışarı kalabalığı yara yara
Durakta son bir taksi kalmış
Ona yetişmezsem benim halim harapmış

Adamın biri attı elini kapıya
Yapıştım koluna son bir çabayla
Gözlerine baktım yalvarır gibi
Adam şaşkın ne oluyor der gibi

Dedim bakın bu taksiye ben binmeliyim
Bir an önce evime gitmeliyim
Çok kötü sıkıştım anlayın beni
Yada siz de binin ama önce götürün beni

Bindik taksiye hep beraber
Taksici güldü dedi olur böyle şeyler
Dedim bas gaza yoksa salacağım güzelim arabana
Sal gitsin dedi sen hiç aldırma

Eve geldik hışımla çıktım arabadan
Zile bastım hiç elimi kaldırmadan
Annem açtı kapıyı daldım içeri
Sanki eve büyük bir fırtına girdi

Sonunda saldım içimde çırpınan denizi
Tam yarım saat şelale gibi
İşte o zaman anladım ki
Huzur dışarı bırakmakmış içindekini











Bilge Taş - Şiir

BİLGE TAŞ

Çarptı ayağım küçük bir taşa
Battı keskin kenarı parmağıma
Elime aldım taşı evirip çevirdim
Gördüm karakterini onun vücudunda

Bir yanı yuvarlak, belli ki yumuşak huylu
Bir yanı kavisli, değişken atak ruhlu
Pütürlü tarafı çok zor günler geçirmiş
Keskin kenarı Tanrı'ya isyan etmiş.

Belki de geçti üstünden krallar padişahlar
Konuştular orada gizli karanlık sırlar
Öpüşüp oynaşırken yanı başında aşıklar
Aklında bağrından kopup geldiği dağlar

Bu taş farkında bütün alemin, yaşıyor
Binlerce yıldır bu ruhu taşıyor
Belki de dünya kadar eski bir zamandan
Bilgeliği inan beni çok çok aşıyor.


29-07-2009

8 Ocak 2012 Pazar

İki Kelam - Şiir

İKİ KELAM

Dedim sanki yüzyıllardır tanışırız
Bu gözlerle hiç konuşmadan anlaşırız
Gel otur masama iki çift laf edelim
Seninle tanışıp kaynaşmaya geldim

Dedim sağlam bir yürek vardır sende
Tanırım ben dürüst insanı o bedende
Çok mütevazi, otursada altın işlemeli sedirde
İçinde engin bir dünya, açıp kapısını bakmaya geldim.

Dedim iki söz edeyim bu yabancı kimmiş bileyim
Onun aynasında kendi yüzümü göreyim
Gönlüme dalıp çıkardığım inci tanesini
Kendi ellerimle avucuna koymaya geldim.

Dedim derdin nedir naçar bakarsın
Dedin sen kimsin, beni ne tanırsın
İki kelam etmişliğimiz var mıdır
Sen kendini ne sanırsın.

Diyemedim yaktın kor ettin sözlerinle
Göremedin bendeki kelamı yüreğinle
Belki kötü bir günündeydin ama
Bir dostu dosttan ettin hiddetinle.

03-08-2009

Adı Olmayan Dostum - Öykü

ADI OLMAYAN DOSTUM
Merter'de bir firmaya gitmiştim. Bir sürü bilgisayarda, bir sürü sorun vardı. Akşama kadar
bu sorunlarını hallettim. O günün kazancını cebime koyup, firmanın kapısından çıktığımda, akşam saat 9 olmuştu. Şöyle derin bir nefes alıp keyifle, taksiye mi binsem, yürüsem mi diye yürüyeceğim yolu gözümle kestirdim. Yürümeye karar verdim. Nasılsa acelem yoktu, karnım da acıkmıştı, belki yolda bir lokanta görür yemek de yerim diye düşünerek yürümeye başladım. İçimde bir özgürlük duygusu...

Çok fazla yürümeden bir sokak satıcısı gördüm. Köfte ekmek satıyordu. Öyle harika koktu ki burnuma, dayanamadım yarım ekmek aldım. Yemeğim de vardı, şimdi yiye yiye aheste aheste yürürüm, durağa gidene kadar bitiririm diye düşünerek yoluma devam ederken, ekmeğimden daha birkaç yudum almıştım ki, sırtında kendinden üç kat büyük bir çuvalı taşıyan bir adam bana bakarak;

- Hanımefendi! Bakar mısınız? diye seslendi.

Üzerimde deri ceket, altımda yırtık bir kot, elimdeki ekmeği ısırırken pek hanımefendiye benzemesem de baktım.

- Buyrun? dedim ağzımdaki lokmayı yutmaya çalışırken.

- Hanımefendi, ben otogara gidicem de buradan nasıl gidebilirim tarif eder misiniz? dedi o koca çuvalı sırtlanmış adam.

- Otogara gitmek için önce tramvaya binmeniz gerekiyor;  ama buradan tarifi biraz karışık, yolumun üzerinde eğer benimle yürürseniz sizi oraya götürürüm dedim.

Tamam, dedi adam ve birlikte yürümeye başladık. Ona da ekmeğimden bölüp vermeyi teklif ettim ama aç değilmiş. Bende de salaklık, o koca çuvalı taşırken nasıl yiyecekti ki zaten.
Neyse ben adamın yanına gittikçe o öteye kaçıyordu ya da arkamda kalmaya çalışıyordu. Böyle yan yana yürüme mücadelesi verirken;

- Siz isterseniz karşı kaldırıma geçin ben sizi takip ederim, dedi.

- Niye ki? dedim.

- Yani ben böyle sırtımda çuvalla üryan püryan sizi utandırmayayım dedi.

Aniden durdum.

- Heey ne demek utandırmak??? Siz insan değil misiniz? Saçmalamayın yanınızda yürüyeceğim dedim.

- Peki madem, dedi ve yürümeye devam ettik. Ve sonra konuşmaya başladı.

- Ben sizi böyle çok asi birisi gibi gördüm, deri ceket falan... Yani benden utanırsınız diye düşündüm ama hiç öyle birisi değilmişsiniz dedi.

- Yok canım ne demek utanmak, dedim. Sizden utananlar utansın.

- Aslında ben hamal değilim, yani buraya mal almaya geldim, şimdi memlekete dönücem, dedi.

Ve memleket neresi falan sohbet koyulaştı. O nefes nefese çuvalı taşırken, yer yer mola vererek sohbetimize devam ettik.

Bana İstanbul'u çok sevdiğini, İstanbul'u özellikle akşamları sevdiğini anlattı. Ara ara böyle mal almak için gelirmiş İstanbul'a. Bir akrabaları da yokmuş buralarda, o yüzden otelde kalırmış geldiğinde. Bazı geceler otelden dışarı çıkar, bir sokak lambasının altında bir banka oturur sokağın sesini dinlermiş. Özellikle gecenin sessizliğinde sokaktan geçen insanların ayak tıkırtılarını dinlemek ona büyük zevk verirmiş. Ama İstanbul'da gökyüzü görünmüyormuş. Onların köyüne gitmeliymişim, gökyüzünü orada görmeliymişim. Köyde, geceleri dışarı çıkıp gökyüzünü seyredermiş saatlerce. Yıldızlara, aya bakıp evreni düşünürmüş, başka ülkeleri düşünürmüş. Oralara gittiğini hayal edermiş. İstanbul'un kaldırımlarında dinlediği o ayak tıkırtılarını orada da hayal edermiş. Bilmediği yabancı ülkelerin sokaklarında duyarmış o sesleri. Orada ay daha büyük görünürmüş, yıldızlar daha parlakmış. Tanrı’yı düşünürmüş, kendi varlığını düşünürmüş. Bu dünyaya gelme nedenini düşünürmüş. Köyündeki arkadaşları ile konuşamazmış bunları. Çünkü onu anlamazlarmış. Ona deli gözüyle bakarlarmış anlatırsa. O da kendi dünyasında yaşarmış. Yalnız hissedermiş kendini bu yüzden.

O anlattı ben dinledim; ben anlattım o dinledi. Köyü bilirim, dedim, köyün gökyüzünü de bilirim. O yüzden seni çok iyi anlıyorum. Ben de hayallerimi anlattım ona bu yol hiç bitmesin diye dua ederek. Bu sırtında çuval taşıyan adam beni şaşırtmıştı. Onu hayranlıkla
dinlemiş, yüreğinin sesini duymuştum. Yolun sonuna geldiğimde, hâlâ adını bilmiyordum; ama onun kim olduğunu biliyordum.

Yol ayrımına geldiğimizde, ikimizin de yüreği ezildi. Durduk… Ona tramvayın nereden kalktığını gösterdim önce. Sonra birbirimize baktık.

- Sen, dedi, benim dostumsun. Şimdiye kadar tanıdığım en iyi dostumsun. Seni çok sevdim, dedi.

Ben de gülümseyerek baktım ve sonra birbirimize sımsıkı sarıldık. Yıllardır tanışıyormuş gibi, iki eski dostun vedası gibi.

- Sen de benim dostumsun, dedim, seni asla unutmayacağım!

Yine sırtına aldı çuvalını ve ona gösterdiğim yönde giderken arkasından bakıp kalabalığın arasına karışmasını izledim. Gözlerim doldu.
Merter sokaklarından bir insan geçmişti. Kimsenin durup yüzüne bakmadığı, sırtında koca bir çuvalla yürüyen, yürürken hayaller kuran bir insan!
Ahh, dedim, koca bir dünya tanıdım bu akşam! Bir insanın hayali ile buluştum. Kadim bir dost tanıdım. Onun oturduğu bankta ayak seslerini dinledim, köyündeki aya, yıldızlara baktım bu gece. Hayalindeki ülkelere gittim. İçimde hüzünle karışık bir mutluluk... Onun ardından ben de otobüs durağına doğru yürüyüp kalabalığa karıştım…

Ve ona da dediğim gibi onu hiç unutmadım. Yıllar sonra ne zaman gecenin sessizliğinde bir ayak sesi duysam onu hatırlarım, şimdi nerede olduğunu bilmediğim, adını asla öğrenmediğim dostumu düşünürüm. Eminim ki o da beni hiç unutmadı!

Çok Çirkin - Şiir

ÇOK ÇİRKİN

Öyle çirkindi ki yüzü
Korkuturdu görenleri
İnsanları ürkütmemek için
Başını eğer de geçerdi.
Defalarca şahit olmuştu
Ona bakıp apansız çığlık atanlara
İğrenti ile yüz çevirenlere
Ama ne yapsa ki
O yüz onundu.

Hey Sen! Utanma! Bak gözlerime!
Sen çok büyük bir yüreksin.
Hepimizi ezer de geçersin.
Sen bir Aynasın!
Bizim bakmaya cesaret edemediğimiz
Çirkin yüzümüzü yansıtıyorsun..

20.07.2008


Kırmızı Giydim - Şiir

KIRMIZI GİYDİM

Kırmızı giydim bugün
Masumiyeti kaldırdım dolaba
Yakacağım cayır cayır
Geçtiğim yerleri
Hiç acımadan bakacağım
Gözlerinin taa içine
Alev alev tutuşacak kalbin
Sanacaksın içinde cehennem
Dönüp bakmayacağım bir daha
Yalvaracaksın
Kesif bir yanık kokusuyla

26-07-2009

7 Ocak 2012 Cumartesi

Siyah İnci - Öykü

SİYAH İNCİ

Yıllar önce küçük bir çocukken bir rüya görmüştüm. Rüyamda genç, deli, ışıksız bir geceden daha siyah bir at ile karşı karşıya idim. Öyle hırçın, öyle çıldırmış bir attı ki, ön ayaklarını yere sürüyor, beni tehdit ediyor, burnundan dumanlar çıkarıyordu. Önümden çekil yoksa seni ezip geçeceğim diyordu. Ben ise bu öfkeli güzelliğe öyle büyük bir hayranlıkla bakıyordum ki, onun ne öfkesi, ne de deliliği beni onun önünde dimdik durmaktan alıkoyamıyordu. O ne kadar çıldırmışsa ben de o kadar çıldırmış bir vaziyette onu seviyordum. Yerlerde tozlar kaldırarak ayaklarını yere vurup gerildikten sonra tüm hızıyla üzerime doğru koşuyordu. Yine de büyülenmiş gibi ona bakıyor önünden çekilemiyordum. Tam önüme geldiğinde yere eğiliyordum ve üzerimden atlıyordu. Sonra yine ayağa kalkıyor bu çıldırmış ata doğru dönüyordum. O da biraz ilerledikten sonra duruyor yine o tehditkar duruşu ile karşımda kişneyerek tepiniyordu. Ve tekrar üzerime doğru koşuyor ve ben yine eğiliyordum üzerimden atlarken. Onun da beni sevdiğini aslında bana zarar vermek istemediğini biliyordum. Dünya üzerinde yoktu böyle bir güzellik. Öyle bir güzellik ki, önünde çakılıp kalıyordun.
O günden sonra o at benim düşlerimi süsledi hep. O düşümdeki atın adı Siyah İnci idi. Ve düşümdeki atlar hep deliydi. Bir gün ata binecektim, onun gibi simsiyah olacaktı, adı başka bile olsa adını ben koyacaktım. Bu hayalim hep bir gün yapacağım dediğim şeyler listesinde idi. Ama o bir gün belirsizdi. İleride bir gün dediğimiz şeyler aslında hep uzak zamanları ifade eder. Benimki de uzak bir zamandı.
Bir gün hiç aklımda yokken, aniden, kendi kendime dedim ki: “Ben bu yaz ata bineceğim!..”.  Bu sözler aniden çıktı ağzımdan, kendim bile şaşırdım bu kararlılığıma. O uzak zaman birden yakınlaşmıştı sanki…
Kendime bu sözü vermemden iki gün sonra bir arkadaşımdan email aldım. Okuldan arkadaşlar ile pikniğe gidilecekti ve gidilecek yer olarak da bir çiftlik seçilmişti. Bu çiftlikte atlar vardı ve isteyen ata da binebilirdi.  İşte dedim o fırsat. Sözümü yerine getirebilirim. Bu bir mucize miydi yoksa bir tesadüf mü?
Hemen çiftliğin web sitesine girdim. Atların isimlerine baktım. İşte oradaydı. Siyah İnci. Heyecanla Siyah İnci ismine tıkladım ve o hayalimdeki at karşımda belirdi. Çiftliği aradım hemen ve Cüneyt bey açtı telefonu. Heyecanla derdimi anlatmaya çalıştım. Öyle şeyler söylemeliydim ki, o atın benim için çok özel olduğunu anlamalıydı. Hayalimin bir parçası olduğunu, o atı tanıdığımı, onu sevdiğimi, benim için büyük bir amacın gerçekleşeceğini anlamalıydı. Ama ona sadece, “O at benim atım, ona ben binmeliyim, ne olursa olsun binmeliyim, herkesten önce ben!” diyebildim. Nasıl anlatılır ki bir çırpıda onca hissettiğin şey. Neyse ki Cüneyt bey beni anladı. Heyecanıma gülerek karşılık verdi ve bana söz verdi. Herkesten önce sen bineceksin o ata dedi. O andan sonra günler geçmek bilmedi.

Herkese Siyah İnci’yi anlatıyordum ve bana diyorlardı ki, “Ya seni üstünden atarsa?”, “Ya düşersen?”. Ona elma ve şeker götüreceğim çok seviyormuş ve asla seni unutmuyormuş dediğimde bile “Ya elini ısırıp koparırsa?” diyenler bile oldu. Ben güzel şeyler düşünürken onlar en kötüsünü düşünüyorlardı. Ben de korkuyordum düşmekten, bir yerimi kırmaktan ama heyecanım ve isteğim korkumdan büyüktü.

Büyük gün geldiğinde havanın bulutlu ve yağmur yağacakmış gibi durmasından moralim bozuldu. Tek endişem havanın kötü olmasından atları dışarı çıkarmayacakları idi. Ama neyse ki korkum yersizmiş. Öğlene doğru güneş açtı. Çiftliğe vardığımızda arkadaşlarım selamlaşıp birbirlerine sarılırken, ben atların olduğu yere doğru yöneldim direkt. Cüneyt bey de oradaydı. Ben daha Siyah demeye kalmadı Gülcan sen misin dedi. Gülerek evet dedim. Beni Siyah İnci’nin yanına götürdü. Onu görünce açıkcası ürktüm. O kadar büyük ve heybetliydi ki. Resimlerde bu kadar kocaman durmuyordu. Çantamda getirdiğim elmayı çıkardım. Siyah İnci elmayı elimde görür görmez bana doğru öyle bir hamle yaptı ki, eyvah gittik dedim. Neyse ki tuttular ve o sabırsızlıkla yemek isterken, elmayı küçük parçalara bölmeyi başardık. Acemice ona doğru tuttum elmayı, tabi ki parmaklarımla beraber girdi ağzına. O kadar hayalini kurduğum ata bir elma yedirmesini bile beceremiyordum. Biraz ürkerek ama sevinçle yedirdim elmayı, ardından şeker verdim. Onunla dostluğa ilk adımı da atmış olduk. Aslında  onunla, ikimiz de küçük bir çocukken rüyamda tanışmıştık. Aradan yıllar geçmişti. O hayatına bir engelli koşu atı olarak devam etmişti. Hatta madalyalar kazanmıştı. Ama daha yıllar önce belliydi engelli koşu atı olacağı benim üzerimden atlamasından. Ben ise hayatıma tehlike karşısında eğilerek devam etmiştim. Yıllar önce benim de tehlikeleri eğilerek atlatacağım ve kalkıp tehlikenin karşısına dimdik duracağım o zamandan belliydi. Ve işte yıllar sonra bu kez capcanlı bir şekilde karşımda idi. Öyle heybetliydi ki, yıllar onu yıpratamamıştı, gücünü ondan alamamıştı. Ve bu ilk yakınlaşmamızdan sonra arkadaşlarımın yanına dönüp, içimde cesaret toplamak için kendime biraz zaman tanıdım. Kırk dakika kadar…
Sonra eğitmenin yanına gidip
“Ne zaman bineceğim?” dedim.
“Ne zaman istersen”.
“Öyle ise şimdi istiyorum” dedim.

Harika bir deneyimdi. Ama düşündüğüm kadar da kolay değildi. Biraz nasıl duracağım, ne yapacağım anlatılınca, filmlerdeki gibi  dıgıdık dıgıdık gideceğimi sanıyordum ama öyle değilmiş. Atı kontrol etmek oldukça zordu, bazen kafasına göre takılıyordu. Eğitmenim bana “Kim efendi?” diye sorduğunda “Ben!” diye gerine gerine söylüyordum ama Siyah İnci alttan alttan gülüyor, benimle dalga geçiyor, canının istediği yöne gidiyordu. Her şeye rağmen eğitimin sonunda kısa bir süre için bile olsa atımla dörtnala koşmayı bile başardım ve düşmeden bu işin altından kalktım.
Ama hepsinden önemlisi hayalimi gerçekleştirdim. O bir gün yaparım dediğim şey uzak bir gelecek iken, artık bir geçmiş oldu ve yaptım. Hem de adı Siyah İnci olan bir at ile. Oradaki herkes o atları görüyordu, beğeniyordu, seviyordu ama hiç kimse benim için Siyah İnci’nin anlamını bilmiyordu.